30 Temmuz 2013

Kutudan Yayılan Sesler: Top 10 TV Serisi Açılış Şarkısı

İtiraf etmem gereken bir şey var: Tam bir ABD Tv'si bağımlısıyım. Amerika'da yaşıyor olsaydım büyük olasılık o yıllarca duyduğumuz “coach potato”nun sözlük karşılığı olabilirdim yani. Dizi listelerindeki çoğu diziyi en az bir kere izlemişimdir. Hatta bir ara, haftanın her gününe bir dizim denk geliyordu. Pazartesi - Pazar kesintisiz tv yayını gibiydi bilgisayarımın D: dosyası. Mevsim yaz olduğu için diziler tatilde ama ben yine boş durmuyorum 4 yaz dizim (True Blood, The Newsroom, Suits, Pretty Little Liars) başta olmak üzere yeni başladığım Breaking Bad, sırf lise dizisi olduğu için izlediğim Twisted ile beraber yine haftanın 7 gününü 6 diziyle dolduruyorum. Bir de üstüne sıkılmadan defalarca açıp izlediğim diziler var: Scrubs, Community, Cougar Town ve tabii ki vazgeçilmez Law and Order: SVU.

Düşünün ki bu saydıklarım izlediklerimin sadece yarısı. Yazarken kendimden utanıyorum şu an. Her ne kadar diziler güzel, izlenesi olsa da bu kadarı da olmaz ama değil mi sevgili okuyucular? Ama etrafımdaki çoğu insanda karşılaştığım bir özellik bu; yeni nesil bir hastalığa dönüşebilir ileriki zamanlarda TV serisi izlemek. 4'ün altında dizi izleyen arkadaşım yok. Zaten birimiz bir diziye başlamaya görsün, ertesi hafta hepimiz de o diziyi sömürüyoruz. Hatta dizinin sadece 1 sezon olmasını umursamıyoruz bile, nitekim Jane By Design vardı sadece 1 sezon sürdü devamı gelmedi ama buna rağmen oturduk o diziyi bile izledik. Ki inanılmaz bir diziydi kendisi, keşke hiç bitmeseydi. (Yapımcılar duyun bizi)

Madem bu kadar dizi-koliğim; beni etkileyen dizi müziklerini de yazayım dedim. Dizilerden kaptığım müzisyenleri bir kenara atamam aynı zamanda. Az Snow Patrol dinlemedik Grey's Anatomy'de. Az Radiohead çalmadı House'da. Ama bugünkü konu diziden kaptığım adamlar değil tabii ki, dizilerin açılış müzikleri. 'Opening Theme Song'u Türkçe'ye çevirmeye çalıştığımda ortaya Açılış Müziği çıktı ama bence güzel oldu; sırıtmadı pek.

Lafı uzatmayayım ve sizi 10 Tv seri müziğini sıraladığım listemle baş başa bırakayım. 10'dan geriye sıraladım bu sefer, kanımca en güzelini, en mükemmelini, dizisine en yakışanı 1 numaraya yerleştirdim. Ama bu demek değil ki 10 numara korkunç. İzlediğim 1 milyon diziden 10 dizi seçmek benim için çok zordu o yüzden bu seçtiğim 10 dizi aslında benim 1 numaralarım. (Ne kadar çok rakam-sayı kullandım şu paragrafta.)

Not: Seçtiğim iki diziyi izlemiyorum. Ama müzikleri o kadar mükemmeldi ki koymadan edemedim. İnanılmaz başarılılar. Sırf onun için sene içinde iki diziyi de izlemeye başlayacağım.

Not2: Buraya sadece şarkıların orijinallerini koydum ama bence bir de dizilerin açılış jeneriklerini izlemenizi tavsiye ederim. Hepsi de jenerikle bütünleştiğinde bambaşka bir şey oluyor çünkü.

29 Temmuz 2013

Robin Thicke - Blurred Lines

Robin Thicke, küllerinden yeniden doğdu.

Yazıyı neden bu cümle ile açıyorum hemen açıklayayım. Uzun zamandır müzik dünyasını yakından takip eden ve hatta bunun hakkında yazı yazmaya başladıktan sonra hayatının büyük bir yüzdelik dilimi müzik olan bir insan, bir anda Robin Thicke isimli bir şarkıcıya sempati duyma başlıyor ve müziğini dinliyor. Robin Thicke’i tabii ki daha önce de biliyordum ve az çok takip ediyordum fakat nedense bana itici gelen bir insandı kendisi. Belki görünüşü, belki karakteri, belki de şimdiye kadar elle tutulacak bir iş yapamaması…

Yaklaşık 3 ay önce bir anda, neredeyse her yerde Robin Thicke ve yeni şarkısı Blurred Lines konuşulmaya başlandı. Şarkıyı ilk dinlediğim anda zaten dikkatimi çekmeyi başaran şarkı, klip ve promosyonlar ile giderek büyüdü ve Robin Thicke’in kariyerinin zirvesi oldu. Şarkı listelerde 1 numara oldu, klip ise 100 milyon izleyici geçmeyi başardı.

Peki, şarkı bu kadar çok tutmuşken, acaba albüm nasıl olacaktı. Robin Thicke’in 6. stüdyo albümü Blurred Lines, neredeyse şarkı kadar etkileyici ve dikkat çekici. İşte şimdi albümü incelemeye başlayabiliriz.   


Albümün açılışını, bu yılın en iddialı ve en çok konuşulan şarkılarından olan Blurred Lines yapıyor. Doğruyu söylemek gerekirse; Blurred Lines, Robin Thicke’in 36 yaşında tekrar patlamasını sağlayan şarkı. Şarkının altyapısı, Robin’in de hayranı olduğu ve kendine örnek aldığı Marvin Gaye’nin Got To Gıve It Up şarkısından alınmış. Şarkı hakkındaki bir başka ilginç bilgi de, şarkının önce Justin Timberlake’e gitmiş olması. Hatta Justin Timberlake, geri dönüşünü bu şarkı ile yapacakmış fakat Justin şarkı üzerinde birkaç oynama yapmak isteyince şarkının sahibi Pharell, şarkıyı Robin Thicke layık görmüş. Bana kalırsa; bu üç isim, aldıkları bu karar ile doğruyu bulmuşlar. Şarkı, Justin’in yeni albümü The 20/20 Experience için hiç uygun değilken, adeta Robin Thicke’in kendisi ve albümü için yapılmış bir havada. Şarkı kadar olaylı klibe de hemen değineyim. Şarkının iki tane klibi mevcut. Ekranlarda yayınlanan normal versiyonda kadınlar da erkekler de giyinik. Klip ise şarkıya uygun ve kendini izlettiren cinsten. Fakat şarkının “Unrated Version” başlığı altında yayınlanan klibinde ise kadınlar neredeyse anadan üryan iken adamların yine kıyafetleri var, neden? Tabii ki buradan, kadınların çıplak olmasını destekliyorum anlamı çıkmasın. Bana göre, amaçsız çıplaklık ucuzluktan öteye gidemez. Bakın, bir de siz karar verin.

26 Temmuz 2013

Gerçekçi Dönem Rus Edebiyatı’na Giriş - 101

Nabıyonuz? Ben pek iyi değilim, canım sıkkın. Canım sıkılınca da canım hiçbir şey istemez. O zaman da ya Rus Edebiyatı’ndan bi şeyler okurum ya da Suç ve Ceza’ya başlarım. Ama mevcut sıram bu. Rus Edebiyatı’ndan bazı bazı iç bayıcı, betimlemeden ölünen, abartının babası ama her zaman bebeklerim olacak türlü türlü yetenekli yazardan çıkmış türlü türlü şaheserler. Upsiii! Can sıkıntım geçmedi mi? O zaman bu durumu anca Suç ve Ceza paklar! Gerçi benim moralim düzgün olsun, bozuk olsun ben hep okurum onları. Yerim ben Rus Edebiyatı’nı. Bu arada, günün ya da haftanın şarkısını da Roger Waters Bey’in gelişine selam çakmak adına Pink Floyd’dan Wish You Were Here ilan etmek istiyorum. Okurken dinlersiniz. Başlıyoruz!

  
Sizlere bu hafta tek bir kitabı tanıtmayacağım da, her daim bebeğim olmuş ve sanırım bundan sonra da Gözde’m olacak (Tüm Gözde adlı arkadaşlarıma gelsin!) Rus Edebiyatı’na giriş ve onu sevmek için yapılacakları anlatacağım. Rus Edebiyatı hakkında konuşmak beni aşırı heyecanlandırıyor biliyor musunuz? Onun için şu an çok heyecanlıyım. Yani bu demektir ki, az önceki seviyesiz esprimi görmemiş gibi yapalım ve hep birlikte Gerçekçi Dönem Rus Edebiyatı’na Giriş 101 adlı yazımızın baba kısmına ufaktan bir giriş yapalım hı, ne dersiniz? 

24 Temmuz 2013

Bir Rüya Gerçek Oldu: Jason Mraz İstanbul Konseri

Bundan 9 yıl öncesini gayet iyi hatırlıyorum. Tamamen tesadüfi bir şekilde internette denk geldiğim bir şarkıyla başladı Jason Mraz yolculuğum. Şarkının adı Absolutely Zero. Jason Mraz'in 2002 yılındaki ilk albümü “Waiting for My Rocket to Come”ın belki de en güzel balad'ı. Yok böyle bir güzellik. Gerek Jason'ın sesi gerek şarkının sizi içine alan ritmi, sözleri kısacası görüp görebileceğiniz en güzel birliktelik Jason Mraz ve şarkıları. O gün bugündür kendimi bir Jason Mraz fırtınası içinde buluyorum her gün. Her gün bir şarkısını dinlemeden duramıyorum. Ve 9 yıldır onu canlı görmenin hayaliyle yaşıyorum. Youtube'dan kosner videolarını defalarca defalarca izliyorum. Kendimi orada hayal etmekten alıkoyamadan günü geçirdiğim zamanlar oldu odamda.


Her yıl konser sezonu geldiğinde totemlerime başlarım. Her yıl gelmesini umut ettiğim insanlar var, onların geleceğini düşünerek kendi kendime mutlu oluyorum. Bunların ilki Radiohead idi ama son yıllarda umudumu kaybetmeye başladım dersem size doğruyu söylemiş olurum. İkinci olarak ise yine “Aman gelmez ki Türkiye'ye” dediğim Jason Mraz. Ama canımın içi Jason yüzümü eğdirdi bana. Mayıs ayında arkadaşımla tam konserlerden konuşup “Allah’ım Jason Mraz'i canlı bir görsem of” derken Twitter'da gördüğüm haberle tüm apartmanı ayağa kaldırdım. 19 Temmuz 2013 -yer İstanbul- konser: JASON MRAZ. Bir anda tansiyonum ve nabız sayımdaki değişikliklerle hafif bir bilinç bulanıklığı yaşamadım değil. O anı benimle yaşayan B.G. ise biraz korkmuş biraz şaşırmış beni kendime getirmeye çalışıyordu. Ama mümkün mü? Kendimi oradan oraya atarak evde koşturuyordum “Jason geliyor, A Beautiful Mess sana geliyorum, sana geliyorum Plane, sana geliyorum Butterfly!!!” diyerek. Üniversite sınavını kazandığımda bile bu denli sevinmemiştim. İlk aşık olduğumda yaşadığım mide bulantısı bu anki heyecanımın yanında sıfırdı resmen. Hemen konser tracklisting'ini düşünmeye başlamıştım bile dakikalar içinde. Canlı canlı Jason Mraz'i dinleme düşüncesi. Ah yine heyecanlandım, okurlar. 

23 Temmuz 2013

Kelly Rowland - Talk A Good Game

Kelly Rowland’ı ne kadar özlediğinizi bilmiyorsunuz. Kelly’nin  4. stüdyo albümü Talk A Good Game’i dinlemeden önce ben de bilmiyordum. Üzerinde oldukça fazla çalışılmış, titizlik gösterilmiş bir albüm Talk A Good Game. Kelly, bu albümünde The Dream, Pharrell Williams, The Runners, Harmony Samuels gibi önemli isimlerle çalışmış. Albüm için 70 şarkı kaydeden Kelly, şarkı seçimlerinde oldukça fazla zorlandığını fakat içine en çok sinen şarkıları seçtiğini söyledi. Bakalım Kelly Rowland’ın seçimleri ne kadar doğru. 


Albümün açılış şarkısı Freak, son derece baştan çıkarıcı ve seksi. Elektronik altyapısı ile farklı bir boyuta geçen şarkıda Michael Jackson esintileri gözden kaçmıyor. Albümün en güçlü şarkılardan olan Freak, eleştirmenler tarafından Britney Spears’ın Blackout albümüne de oldukça fazla yakıştırılmış. Benim şarkıyı sevme nedenim ise müziğin şaşırtıcı derecede güzel bir şekilde Kelly’nin sesini bastırması ve bunun mükemmel bir uyum yaratması.  Ayrıca şarkının ritmi o kadar güzel dengelenmiş ki kalp ritimlerini ilginç bir şekilde etkiliyor. Son bir detay olarak, aslında bu şarkıyı 2011 yılında Jamie Foxx’un Best Night of My Life albümünde yine Freak başlığı altında duymuştuk. Jamie’nin versiyonu dinlemek isteyenler şöyle buyursun.

Albümün çıkış parçası Kisses Down Low, benim için sadece nakaratı ile öne çıkan bir şarkıdan fazlası değil. Şarkının geri kalanı ise pek fazla bir şey sunmasa da şarkıdaki genel seksilik ve yatak odası havası şarkıyı dinletmeye yetiyor.

19 Temmuz 2013

Dinle Küçük Adams

İnsanlıktan Nasiplenmek

Hiç de mutlu değilim. İçim çok buruk benim. İçi çok buruk olmak nedir, kitap eleştirisi yazan birinden beklenmeyecek edebiyat katliamı diyebilirsiniz. Hatta bunu yapmak bir edebiyat katliamı mı, o bile sorgulanabilir.  Değişik işler bunlar. Ülkemiz daha önce hiç geçmediği bir süreçten geçiyor. Ya da bana öyle geliyor. Adalet sıfırmış gibi geliyor, yokmuş gibi. İnsanlar ölüyor, katilleri dışarıda. Delil yetersizliğinden. İnsanlar ölüyor. Gençler. Ölüyorlar. Ve katilleri 2 sene hapis istemiyle yargılanıyor. Kimse başsağlığı dilemiyor ailelerinden. Kimse. Üzülmüyor gibiler. Ben üzülüyorum. Biz. Üzülüyoruz. Hepimiz. Tüm bilinçli, mantıklı, düşünen gençler. “İnsanlar” üzülüyor. Allah sabır versin. Hepimize. En çok da acı içindeki ailelere. Sabır versin.

Şimdi de sizlere, tüm dünyadaki “küçük” adamlara ithafen Dinle Küçük Adam adlı psikoloji yüklü bir kitabı tanıtacağım.

17 Temmuz 2013

Kusmuk

Instagram’ı seviyorum. Sanki herkese kolay ama doyurucu bir şekilde sanat yapabilme gücü veriyor. Bu hafta bir hikayemi sevdiğim Instagram fotoğraflarıyla süslemeye çalıştım. Önümüzdeki haftadalarda ise tam tersini yapmayı deneyeceğim: fotoğraflardan hikayeler yazmaya çalışacağım. Çünkü mevsim yaz, ben medeniyetten ve dolayısıyla internetten uzağım, düşünecek çok şeyim, düşünmek için çok zamanım var. “artmaykill” adlı yeni Instagram hesabıma sizleri de beklerim. Ayrıca fotoğraflarınıza bu ismi etiketlerseniz, belki sizin resminizin hikayesini yazarım.

Bilemezsiniz....

Kusmuk

 

Günün en sıcak saatleri henüz gelmemişti. Saatim yoktu ama güneşin konumuna bakılırsa 11-11:30 arasını yaşıyorduk. Pantolonum ve tişörtüm tamam... Ama bu cehennem sıcağında ayağımda neden dizlerime kadar uzanan bordo renkli kovboy çizmeleri vardı, bunu tam olarak bilmiyorum. Belki de o an içinde bulunduğum aynı zamanda çalıştığım yer olan barın politikalarından biriydi.

Yol kenarındaki sıradan bir bardı burası. Gece olunca neon ışıkları yanan; gündüzleri susayan sürücülerin bir bira içmek için uğradığı (sanırım Amerika'dayım); bıyıklı, hafif kel ve göbekli bir adam tarafından işletilen, birçok şeyin temiz olmadığı, asla kalabalık olmayan, tekinsiz bir yer... Koyu kahverengi ahşapla inşa edilmiş bina iki katlıydı. ileri geri sallanan gerzek kapısıyla birleşince bu görünüm Western filmlerindeki “saloon”ları hatırlatıyordu (kesin Amerika'dayım). İşte çizmelerim bu konsepti tamamlıyor olmalı.

Barın arka tarafından çıktım ve masaların bulunduğu geniş alanı turlamaya başladım. İçimdeki sıkıntının kaynağını arıyordum. Çok koyu renk ve karanlık olan bar olabilirdi bunun sebebi. Ya da kapıdan sızan tozlu, kavurucu, ter kokan güneş. Ama hayır... Sıkıntımın sebebini bulmam uzun sürmedi. Şeydi sorun.. şe.......

16 Temmuz 2013

Then, So What Kevin?

Film izlemeyi reddeden sinema köşesi yazarıyım. Dev cümlelerin de altından ezilmiş vaziyette klavyeye uzanabiliyorum.

Sonu belli olmayan durumlar listem oldukça kabarıkken, yeni bir hikayeye başlayıp da en az 2,5 saat beklemeye dayanabileceğimi sanmıyorum. Bu hafta yeni bir hikayeyle ve onun üzerine yazmayı ben reddetmesem de bünyem reddediyor. Elim play tuşuna, ya da dvdlerin kapağını açmaya, ya da kickass torrente gitmiyor.

Bir şeyler izlemeyi reddetmemin tek sebebini değil ama bir sebebini şuna dayandırıyorum. Cinema may kill. Sinema benim için hiç bir zaman rahatlatıcı bir şey olmadı, aksine rahatsız edici olması, düşünmeye giden yolda sırtımdan tekmelemesi en büyük etken oldu. O etkeni ben yaratmasam bile, kara delik şeklinde beni içine aldı. A dur, tüm melankolimle bir film açayım demedim, amacım değil ama sonucumdu filmin sonundaki melankolik hava.

Then, So What Kevin?

So, geçen haftalarda, person'ımla birlikte, final haftası arkadan ses gelmesi amacıyla açtığımız televizyonda başlayan filme sol gözle bağlandık, sağ gözle de ders çalışma çabalarımız devam etti. Bir süre sonra gözlerimiz tamamen ekranda, elimizde ders notları, ve 3. adım olarak da ders notlarının da bırakılıp ellerin beveragelarla dolmasıyla filme odaklandık. Yarısından daldığımız filme  filmin de bütün bileşik bir hikayesi olmaması sebebiyle çabuk adapte olduk. Velhasıl, finaller bittikten sonra, yine benim değil de person'ımın elleri kat.ph'ye gitti ve filmi indirdi. Ve izledik.

The Story Of Us



14 Temmuz 2013

Cory Monteith: Uzun, Garip, Kanadalı, Aktör, Davulcu, İnsan

Her hafta bloga ne yazmanız gerektiğini düşünürken haberleri, yeni albümleri, sevdiğiniz artistleri müzisyenleri takip ederek başlarsınız işe. Yeni bir haber gördüğünüzde sevinirsiniz “Oh bu hafta da yazım tamam.” diye. Bu haftanın yazısını yazmak için kıvranırken, bir haber aldım. Ama keşke almasaydım da bugün bu yazıyı onun için yazmıyor olsaydım. Yazımın devamını okurken beni lise dizisi izleyen bir ergen gibi görebilirsiniz, bir “fangirl” olarak nitelendirip yazıyı yarıda kesebilirsiniz, haklı bile olabilirsiniz düşününce. Yine de Cory Monteith için bu yazıyı yazmak benim için hem zor, hem de fazlasıyla üzücü.

13 Temmuz 2013

Hayat Gerçekten Öldürür

Uzun bir ara vermiş bulunduk bir kere. Çok özür diliyorum ama klavyenin başına her geçtiğimde yapmam gereken bambaşka bir iş çıkıverdi karşıma. İnsan yaya yaya üzerinde düşünerek her cümlesini irdeleyerek bir yazı yazmak istiyor. Son zamanlarda hiçbir şey için yeterince vaktim olmadı. Anlatıvereyim hazır okuyan bulmuşken…

30 mayısı 31 mayısa bağlayan gece Kordon’da sabahladık. Tam yazacak hikayem oldu diyordum ki ertesi gün haberleri okuyup videoları izlediğimde tutamadım kendimi. Telefonlaştık arkadaşlarla elimizde bu sefer bayraklarla indik kordona. Birçoğumuz gibi ilk defa bir şeylere “hayır, istemiyoruz!” diye bağırıyorduk. O gün erken döndük, zira bilmiyoruz ne yapmamız gerektiğini. Gittik protestomuzu ettik işte diye düşünüyorduk. Ancak gece olanları takip ederken yine kanımıza dokundular. Durunamadık.

Ertesi gün gavisconlarımızı, maskelerimizi, acil yardım için gerekli olabileceğini tahmin ettiğimiz malzemelerimizi alıp sağlıkçı/direnişçi kontenjanıyla alandaydık. Dizimag reklamları gibiydi her şey. Zalim bir diktatör halkına zulmediyordu. Ekibimizi topladık biz de. Online bir oyunun içine düştük sanki. Grup healer’ı olarak edebileceğimiz tüm yardımları ettik. Ve o gece revir kurmuş olan arkadaşlarımız polis tarafından yere yatırılıp dövüldüğünde hala olayın gerçekliğini tam idrak edememiştik.

Pazar günü -Allah razı olsun- devletimizin baba tarafını biz de gördük. Gazdan polisten kaçıp sahil tarafına gelmiştik. 4 kızdık tomalar çimlerin üzerinden bizi sıkıştırdı. Tomalarla üç posta “ilaçlı” su ve galonlarca gaz yedikten sonra pes etmiştik. Çöktük yere kaldırdık ellerimizi “ne olursa olsun artık yeter be” gibisinden. Coplaya söve dağıttılar bizi. Tam biraz uzaklaştık ama gözümüzü açamıyoruz, size nasıl anlatsam o anı? Hani böyle kol kola girmişiz önümüzü göremiyoruz acıdan. Sonra yanımızdaki arkadaşın sesini duydum. Kolumuzdan çıktı zorla, açtım gözümü baktım, mal gibi polislerin yanına geri dönüyor. Haykırıyoruz “kızım gitmeee!! Gerizekalı geri dööööön!!” diye. Kızın sırt çantasının fermuarı açılmış. O hengamede düşmüş cüzdanı. Baktık gitmiş az önce bizi döven polise “abi benim cüzdanım yok” diyor. Hayır naif midir yoksa şokta mı tam onu ayırt edemedim. Kafaya kodlamış “cüzdanın kaybolunca polise gidersin” diye herhalde, vücudu “kaaç” diye bağırırken dönüp böyle bi gerzeklik yapmasını açıklayamadık başka bir şeyle. Ha sonra ne mi oldu? “Siz hala burada mısınız, siktirin gidin lan buradan” diye iki cop daha yedi. Döndük eve. 

11 Temmuz 2013

Hayat Damarlarımdan Biri

Yaz Geldi

Yaz aylarından nefret ediyorum.. Yazlar benim için ne zaman “deniz, deniz, deniiiiiiiz!” coşkusundan çıktı, tam olarak kestiremiyorum ama son yıllarda hep korkunç şeyleri beraberlerinde getiriyorlar. Ayrılıklar, uzamakta olan okulların stresi, bir başına yaşamaya alışan bünyenin aile ile imtihanı, akıllı telefon meseleleriyle kısmen azalmış internetsizlik faktörü.* Ve tabi insanın ruhunu eriten sıcaklar... Şimdi böyle anlatınca dört mevsim yaşanan basit sorunlarmış gibi geliyor belki kulağa. Ama güvenin bana, değil! Uğursuz, nursuz bir mevsim yaz.

En son hangi yaz mevsiminde uçuş uçuş elbiselerle sahilde bira yudumladım hiçbir fikrim yok.

Eyvallah


Bu yılın yazına bir göz atalım şimdi. Kusura bakmayın deniz kenarındaki ayak fotoları ama; daha mübarek mevsimin başlamasıyla ülke karıştı. Akla gelebilecek her türlü sebepten gözümüzün yaşı dinmedi. Bu sıralarda ben de sizler için bir “barok” yazısı hazırlamaktaydım. Bakın çılgın direniş günlerinde bile olaylara şakalı bir bakışla yaklaşma isteği varmış içimde. Kendime ve size yani bize dair yapmak istediğim şeyler varmış. Hoş başka türlü niye dirensin tabi insan?

9 Temmuz 2013

Sen Hangisisin, C. Misin Yoksa Oblomov Mu?

Düşünün ki iki farklı üslupta, iki farklı milliyetten, iki farklı ülkeden, iki farklı devirden, iki farklı dilden iki yazar, birbirine bazı noktalarda gerçek anlamda çok benzeyen iki roman yazmışlar. Yusuf Atılgan ile Ivan Gonçarov. Aylak Adam ile Oblomov. Okudunuz mu bilmiyorum ama bazı açılardan yüzeysel de olsa gösterdikleri benzerlik bana, bu iki benzersiz romanı yazımın konusu yapma isteği aşıladı. Haklarında minik bilgiler verdikten sonra, kendimce önemli gördüğüm yerlerini karşılaştıracağım bu sevgili romanları. Yan karakterleri veya ana karakterler için gerçekten önem arz eden karakterleri yazmayacağım çünkü, düşünsel açıdan karakter analizi denemesi yapmak istiyorum, yan karakterleri üstünkörü yazmak onlara hakaret olurdu. Başlayalım mı? Haydi!

Yusuf Atılgan - Aylak Adam


Yusuf Atılgan’ın akıcı üslubuyla kaleme alınmış olan Aylak Adam, hayatında hiç para sıkıntısı çekmemiş, çekmemeye de devam eden C.‘nin maddi ve manevi hayatından bir kesit sunar bizlere. Genel hatlarıyla romanda C.’nin hayatının temel uğraşının “aylaklık” olduğunu görürüz. Bu aylaklık ne tip bir aylaklıktır, tembellikle arasında ne fark vardır, bu sanıyorum sizlere kalmış bir yorum zira kişiden kişiye değişebilecek bazı yorumlar yapılabilir bu konuda. Kimileri C.’ye aylak derken, kimileri de onu filozof olarak addedebilir. Yaşamak için gereken parayı kazanmasına gerek olmadığı için, zamanının hemen hepsini yürüyerek, okuyarak, sinemaya giderek, ressam arkadaşlarının yanında modellik yaparak, yolda gördüğü ve belki de “ruh eşi” olabilecek kadınlarla tanışarak geçirir. Belki de C.’yi bir filozof olarak görmemin nedeni onun bu naif düşüncesi oldu zira yolda yürürken göz göze geldiği her kadının “O” olma ihtimaliydi C’yi roman boyunca heyecanlandıran, onu düşünmeye sevk eden. Başlarda hayattaki amacını keşfedememiş olduğunu düşünsem de, roman boyunca C.’nin düşüncelerinden, onun hayatındaki amaçlardan en göze çarpanının “O” nu bulmak olduğu aşikârdı. Yusuf Atılgan’ın adını 4 mevsimden alan 4 ana bölümden oluşan, bol bol düşündüren Aylak Adam’ını okumanızı şiddetle tavsiye ederim efendim. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkma Aylak Adam favorimdir, bilginize.

6 Temmuz 2013

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı - Çapulcular ve Taksim Dayanışması

Harry Potter ve felsefe taşını elimize aldığımız andan beri kimse bizi bunun sadece bir kitap, uyarlama filmlerin ise sadece bir film olduğuna inandıramadı. Ta ki biz onlara bunun sadece bir film olmadığını bizzat gösterene kadar. Gezi parkı olayları süresince aklımda dolanıp durdu Zümrüdüanka Yoldaşlığı ve neden olmasınla başlayan cümlelerimin sayısı hızlıca arttı. Neden Hogwarts gezi parkı olamasın, sihri metafor olarak kullanıp da tüm olaylar boyunca benzetebileceğimiz o kadar şey vardı ki, apolitik bir bütün 90 kuşağının meydanlara akmasını belki yalnız büyüyle açıklayabilirdik. 7 eşsiz kitabın kapağını kapatıp ve 8 mükemmel filmin stop tuşuna basıp, gerçek hayata döndüğümüzde elimizde kalan iyi-kötü tanımları, arkadaşlık üzerine, birliktelik üzerine, sadakat, adalet üzerine bize kalanların en somut halini gördük gezi parkı olayları boyunca. Zümrüdüanka Yoldaşlığı ise Taksim Dayanışması haline büründü bir anda. Bizi birer büyücü, affedersiniz geride kalıp uzak duranları da muggle haline dönüştürdü. Ben de Türkiye de olanları süzüp de karakterlere yükleyince ortaya aşağıdaki gibi bir resim çıktı. 


1- İlk mükemmel eşleşmemiz, bizzat benim oluşturmadığım, internette bulduğum bir eşleşme, kötülük gereğini karşılamak için oluşturulan 2 karakter. Bizim kötü karakterimizin asası yok ama anay'asa'sı var.

5 Temmuz 2013

Eski’ye Karşı Yeni: Seçilmiş Cover’lar

Başlığı yazarken bayağı düşündüğümü söyleyerek açmak istiyorum bu haftaki yazımı. Yıllardır “cover” kelimesinin Türkçe'ye çevirisini düşünür dururum; bir türlü de bulamam. Bu haftaki yazımı yazarken de bulamadım nitekim. İstemeye istemeye başlığa “cover” kelimesini yerleştiriverdim. Eğer ki yerine konulacak kelimeyi bana bildiren olursa başlığı da değiştirmek isterim. Yorumlarınızı bekliyorum.

Cover şarkı dendi mi, tartışmalar havalarda uçuşur. Bazı insanlar tamamen karşıdır “O şarkıyı asıl söyleyen müzisyenden başkası başaramaz.” der, bazıları “Aslı korkunçtu bu harika olmuş.” der çoğu cover şarkı için. Benim için de böyle durumlar yok değil aslında; mesela bir Queen parçasının coverlanması benim için baştan bir kayıptır; çünkü hiçbir Queen parçası Bay Mercury kadar güzel performe edilemeyecektir. Ya da Radiohead mesela. Niyeyse Thom Yorke'un elinin, sesinin değdiği şeye başkası dokunmamalı gibi hissederim. Ama bir yandan da sevgili Leonard Cohen'in Hallelujah'sını bana sevdiren Jeff Buckley'dir; Bob Dylan'ı yıllar önce Sertab Erener'in yaptığı “One More Cup of Coffee” ile tanımışımdır. Hakkını vererek yapılmalı coverlar nitekim, yoksa tutunma olasılıkları biraz düşüyor bana kalırsa. Hatta başka bir şekilde söylenmesini de severim cover şarkıların. Ritmiyle oynanır, bambaşka hatta yepyeni bir hale gelir bazen şarkı; o haliyle de hoşuma gider şarkılar.

2 Temmuz 2013

Milan Moda Haftası 2014 İlkbahar/Yaz


Haziranın sonunun gelmesiyle moda haftaları da başladı. Heyecanla beklenen 2014 İlkbahar/Yaz koleksiyonları podyumlarda yerini aldı. Tasarımlar kadar katılımcıları, konseptleri, beklenmeyen olayları ile de çok konuşulan Milan Moda Haftası'ndan öne çıkanları yazdım.

Minimalist formların yerini oversized, geometrik şekillerden esinlenen parçaların aldığı, desen ve baskıların yine her yerde oluğu bu sezon favorilerim Versace ve Moschino. Sert, kendine özgü ve gerçek imajlardan aldıkları esintilerle göz dolduruyorlar.

Moschino
Neredeyse manzara fotoğraflarını andıran baskıları ile renkli, güçlü ve iddialı bir başlangıç yapan koleksiyon bir parça daha zarif parçalarla devam ediyor. Koleksiyonun bence vurucu noktası olan yıldırım desenli parçalar ise nefes kesiyor. Sadece klapaları desenli olan ceket bile baştan ayağa desenli takım elbise kadar göz alıcı.


.