Gözde Sarıhan
Indie May Kill
Karma grupları çok seviyorum. İçinde hem kadın hem erkek sesi duyabildiğim grupları. Belle And Sebastian vardır mesela; o meşhur indie film 500 Days of Summer ile duymayanın kalmadığı gruptur BaS. “The Boy with The Arab Strap” şarkılarını bilmeyen indie müzik dinleyeni yoktur nitekim. Solistler dönüşümlü olarak seslendirirler şarkılarını bazen de beraber seslendirirler. Müzikleri sözleri üstüne bir de vokalleri ile etkilerler dinleyenleri. Mesela Arcade Fire da öyle. İlk dinlediğimde iki vokalli olduğunu duyunca heyecanlanmıştım hemen. “The Suburbs” albümleri Yılın En İyi Albümü Grammy Ödülü’nü alırken, haklı bir gururla sevinmiştik hepimiz. Bir de daha öncesinde size bahsettiğim The Civil Wars var. Onlar da Grammy’li; herkesin onları çift sanmasına sebep olacak kadar da uyumlu bu duo-grup.
(Yukarıdan
aşağı; Belle and Sebastian, Arcade Fire, The Civil Wars)
Bu ay öylesine müzik sitelerinde gezerken üstte anlattığım
gruplar gibi bir duo grup buldum. The
Honey Trees. İsimleri de müziklerini anlatıyor; bal gibi grup. Dream-pop
diyor otörler genelde bu tarza. Gerçekten de rüya gibi bir müzik yapıyorlar. Bu
ara yağmurlar var İzmir’de; açıp açıp dinliyorum ben de onları. Fona o kadar
güzel yakıştılar ki anlatamam. Bu yazıyı okurken yağmura denk gelirseniz sesi
biraz daha yükseltip hemen pencerenin kenarına geçin. “Aman çok hipster olduk,
kahvemiz battaniyemiz nerede?” diye sitem edenleri duyuyor gibiyim; hipster
olmaya değecek inanın bana.
2008 doğumlu The Honey Trees. Öylesine gençler. Şarkıları
Becky ve Jacob’tan dinliyoruz. Sesi güzel olan bir kişiden daha iyi olan bir
şey varsa o da sesi güzel olan iki kişi. Becky bana The Civil Wars’tan Joy
Williams’ı hatırlatıyor çoğu zaman; Jacob ise hepinizin bildiği ya da duyduğu
Starsailor’un solisti James Walsh’u anımsatıyor dinlerken. Ama bu benzerlikler
kulağa gelişle alakalı yoksa kıyaslamak gibi bir durum olamaz benim için ne The
Honey Trees’i ne de Starsailor ile The Civil Wars’u. Starsailor demişken; Alcoholic’i
dinlemeden geçmeyin derim eğer hiç duymadıysanız.
2009’da çıkardıkları EP’nin ardından 2014’te ilk stüdyo
albümleri “Bright Fire” ile The
Honey Trees müzik piyasasına giriş yaptılar. Çok büyük bir yankı uyandırmadılar
belki ama bende uyandırdıkları yankı bu yazıyı yazmama yetti de arttı. Zaten
albümlerini de kendileri yayınladılar. Gerçek anlamda independent (indie’nin
kökeni kelime - bağımsız anlamına geliyor) bir gruplar anlayacağınız.
11 tane güzel mi güzel, sade mi sade şarkıları var albümde.
Kendinizi gerçekten bir rüyada hissedebilirsiniz bu albümü dinlerken. Melodiler
sizi uykuya dalarken yakalıyor; uyanana kadar da bırakmıyorlar. Dream-pop’u da
işte tam burada hakkıyla yapıyor grup.
Albümün
genelinde güzel Becky’i duyuyoruz ama Jacob’ı duyduğu anda ürperiyor insan,
içinizde bir ruh geçiyor gibi hissediyorsunuz. Hiç beklemediğiniz anda geliyor
içinizden hoop diye geçiveriyor; hayat kaldığı yerden devam ediyor lakin bir
şeylerin değiştiğini de fark etmiyor değilsiniz Jacob kulaklarınıza şarkıyı
söylediğinde. Neden mi bahsediyorum? Alın size örnek ; Golden Crown
İçinde piyano olan şarkıyı beğendiğimi artık öğrendiniz değil
mi sevgili okuyucular? Böylesine durgun (ama ölgün değil) müzik yapan bir
grubun piyanosuz bir şarkısı olmazsa olmazdı bence. Wild Winds de işte bu şarkının adı. Becky’i Joy Williams’a en çok
benzettiğim şarkı da bu şarkıdır. Arka vokallerine de hayran kaldığımı ikna
etmeliyim. Albümde benim favorim değil ama albümün en başarılı şarkılarından
olabilir.
Birincisi Siren,
Jacob’ın ağırlıklı olduğu bir şarkı. Gerçekten beni çok etkileyen bir sesi var.
Mesela şu an bir yandan hafif esintideyim balkonda bir yandan kedim dışarı
çıkabilmek için an kolluyor onu korumaya çalışıyorum bir yandan da Siren
çalıyor. Kendimi sepya bir fotoğraf karesinde hissediyorum şarkı sayesinde. “I would have lost myself in your waves”
diyor sonradan ekliyor “Where’d the time
go?” Çoğumuz şu soruyu sormuyor muyuz kendimize çoğu zaman. Okullar bitip
iş bulma telaşında iken, daha geçen kavga ettiğimiz sevgilimizle ilk
buluştuğumuz günü hatırlarken… Ama şunu eklemeliyim eğer zaman Siren dinleyerek
geçecekse varsın geçsin.
Bir sonraki favorim ki aslında en en en favori şarkım. Ammon’s Horn. Bu yazıyı yazarken fark ediyorum
ki bu şarkı da yine Jacob ağırlıklı bir parça. Şarkı tazeliğini sürekli
koruyor. Melodisi sürekli bir değişim içinden geçiyor. Köprü ve nakarat
kısmında tekrarlıyor ama o bile her tekrarında daha farklı geliyor kulağa. “We were once more than a day” Çok
etkileyici değil mi? Solist her “Now
you’re gone” deyişi beni hıçkırıklara boğmaya yetiyor, hem de her
dinleyişimde. Normal bir insanın ömrü boyunca döktüğü ve dökeceği gözyaşlarının
toplamını her yıl döken bir sulu göz olarak bu tarz şarkıların bazen
yasaklanmasını istiyorum. Ama sonra dayanamıyorum.
Şimdi biraz deniz kenarına uzanıyoruz. The Seaside. Şarkıda ne derse desin, sadece ismi bile beni
rahatlatmaya yetiyor dinlerken. İki yaşından beri her yıl sayılı günleri deniz
kenarında geçiren biri olarak denizin her zaman kıymetini bilmişimdir. Son beş
yılımı ise denizli bir kentte geçirmenin haklı gururu içindeyim. Her gün deniz
görmeye gidemediğim için üzülüyorum ama denizi görmeye gideceksem de başka bir
şey yapmam otururum banklara denizi izlerim. Ah o koku, o koku yok mu o koku?
Bahsederken bile geldi burnuma. Tüm bunları düşünürken şarkının ne dediğini
kaçırıyorum. O yüzden bir defa daha dinliyorum.
The Honey Trees çıkış yeri Amerika’da canlı performansları
bayağı takip edilen bir grup olmasına rağmen Youtube’da 1000 izlemeye bazı
parçalarında ulaşmış bir grup. Reklam, pazarlama, müzik piyasası… Ne derseniz
deyin; bence müzik severlerin dinlemeyerek çok şey kaçırdığı bir grup. Arada
sakinleşmeye ihtiyacınız varsa benim tavsiyem takın kulaklıklarınızı bu yazıdan
bir şarkı açın. Pişman olmayacaksınız.
Bir sonraki
yazımda görüşmek üzere.
Müzikle
kalın.
Öpüyorum.
The Honey Trees'in bendeki kariyeri, şarkıları da albüm kapak resimleri kadar sakin ve güzel olan grup olarak başladı. Ellerine sağlık. :)
YanıtlaSil