Instagram’ı seviyorum. Sanki herkese kolay ama doyurucu bir
şekilde sanat yapabilme gücü veriyor. Bu hafta bir hikayemi sevdiğim Instagram
fotoğraflarıyla süslemeye çalıştım. Önümüzdeki haftadalarda ise tam tersini
yapmayı deneyeceğim: fotoğraflardan hikayeler yazmaya çalışacağım. Çünkü mevsim
yaz, ben medeniyetten ve dolayısıyla internetten uzağım, düşünecek çok şeyim,
düşünmek için çok zamanım var. “artmaykill”
adlı yeni Instagram hesabıma sizleri de beklerim. Ayrıca fotoğraflarınıza bu
ismi etiketlerseniz, belki sizin resminizin hikayesini yazarım.
Bilemezsiniz....
Kusmuk
Günün en sıcak saatleri henüz gelmemişti. Saatim yoktu ama
güneşin konumuna bakılırsa 11-11:30 arasını yaşıyorduk. Pantolonum ve tişörtüm
tamam... Ama bu cehennem sıcağında ayağımda neden dizlerime kadar uzanan bordo
renkli kovboy çizmeleri vardı, bunu tam olarak bilmiyorum. Belki de o an içinde
bulunduğum aynı zamanda çalıştığım yer olan barın politikalarından biriydi.
Yol kenarındaki sıradan bir bardı burası. Gece olunca neon
ışıkları yanan; gündüzleri susayan sürücülerin bir bira içmek için uğradığı
(sanırım Amerika'dayım); bıyıklı, hafif kel ve göbekli bir adam tarafından
işletilen, birçok şeyin temiz olmadığı, asla kalabalık olmayan, tekinsiz bir
yer... Koyu kahverengi ahşapla inşa edilmiş bina iki katlıydı. ileri geri
sallanan gerzek kapısıyla birleşince bu görünüm Western filmlerindeki
“saloon”ları hatırlatıyordu (kesin Amerika'dayım). İşte çizmelerim bu konsepti
tamamlıyor olmalı.
Barın arka tarafından çıktım ve masaların bulunduğu geniş
alanı turlamaya başladım. İçimdeki sıkıntının kaynağını arıyordum. Çok koyu
renk ve karanlık olan bar olabilirdi bunun sebebi. Ya da kapıdan sızan tozlu,
kavurucu, ter kokan güneş. Ama hayır... Sıkıntımın sebebini bulmam uzun sürmedi.
Şeydi sorun.. şe.......
Sonra zihnimi tamamen boşaltan bir korna sesi duydum.
Kapının önünde toz ve pasa bulanmış kırmızı bir Mustang beni
bekliyordu (ben de Amerika'da değilsem kim Amerika'da??). Barın arka
tarafından çantamı kaptım ve patronuma haber verme gereksinimi bile görmeden
paydos yaptım. Arabada bekleyen adam kırklı yaşlarındaydı. Temiz ve güzel
giyinmişti. Yanakları ihtiyar köpekler gibi, hafifçe sarkmıştı. O esnada
haberim yoktu tabi; ama daha sonra Spartacus izlemeye başladığımda adamın
Batiatus'a benzediğini fark ettim. İşte bu adamın metresiydim.
İşten çıktığım için çok sevinçli bir ruh halindeydim yola
koyulduğumuzda. Onun evine gidiyorduk. Ama anlaşılan evde beni bekleyen, zar
zor ikna edildiğimi tahmin ettiğim sıkıntılı görev tamamen aklımdan çıkmış,
zira....
Eve gelip de yatak odasına girdiğimde manzara beni çok
şaşırttı ama hemen görevimi anımsayarak normale döndüm. Metresi olduğum adamın
karısı yatağın üzerine Kleopatra gibi uzanmıştı ve bizi bekliyordu. Siyah, kıvırcık,
omuzlarında biten saçı sağlıksız ve bakımsızdı. Kendisi balık etliydi. Siyah
mini bir elbise giymeyi tercih eden kadının boynunda ter damlalarını
görebiliyordum. Yüzündeki et benlerinin sayısı ve boyutları beni tiksindirdi.
Kadın kocasıyla sevişmemi izlemek istiyordu. Bu da benim
görevimdi. Ne ara soyundum bilmiyorum, bir anda kendimi çırılçıplak buldum.
Metresi olduğum adam da soyunmuş, çıplak biçimde karısının yatakta bizim için
ayırdığı yere sırt üstü olarak uzanmıştı. Oral seks yapmaya başladım. Ellerime
baktığımda tırnaklarımın bir porno yıldızı gibi uzun olduğunu fark ettim.
Aslında hareketlerim de tıpkı bir porno yıldızı gibiydi. Ne yaptığımı iyi
biliyordum. Profesyoneldim. Adamın penisini ağzıma alırken büyük ve gösterişli
hareketler yapıyor, onun kadar keyif aldığımı düşünmesi için doğru mimik ve
sesleri ustaca kullanıyordum.
Sonra aklıma bir düşünce takıldı. Rahatsız edici bir şey, bu
şey, bu şeyyy...
Bu şey her neyse durmama sebep oldu. Öylece bakıyordum
Batiatus'a. Onun da yüzünde paniklemiş bir ifade vardı. Beni oraya getirdiğine
pişman olmuştu, kendimi kötü hissetmemden korkuyordu, üzülmemden, küsmemden.
Bir şekilde bana değer veriyor gibiydi, belki de sadece barışmamız ona
“pahalıya” patlayacaktı. Kadın buyurgan bir tavırla adama dönüp “neden durdu?”
diye sorduğunda ayağa kalktım.
Odadan fırladım. Kendimi çırılçıplak koridora attım. Her şey
çok yanlış gelmeye başlamıştı. Saniyeler önceki “porn star” motivasyonumdan
eser yoktu. İçim bulanıyordu, midem değil, içim. Utanıyordum. Koridorun
sonundaki mutfak kapısında bekleşen çocukları gördüm sonra. Bir küçük kız
çocuğu ve daha da küçük erkek kardeşi. Evin çocuklarıydılar, sarışındılar,
ürkmüşlerdi. Kusmaya başladım sonra. Öylece koridora kustum, kustum.. bütün
bedenimi kustum. Sıvı oldum, aktım halının üstüne. Kusmuğa dönüştüm, bilinçli
bir kusmuğa..
Koridora çıkan kadın haliyle gizemi çözemedi. kusup kaçtığımı
sandı. Aptal, çıplaktım oysa ki.. Batiatus'a da ayıp olacak şimdi diye geçirdim
bilincimden. Öyle ya birine oral seks yaptıktan sonra kusmak ne ayıp şey..
Daha acil bir şey geldi sonra aklıma.. kadın boncuklu kapıdan
geçmiş, söylene söylene banyoya gidiyordu. Ne yapacağını biliyordum. Sarı bezi
alacaktı. Ah sarı bez.. silecekti beni, temizleyecekti halıdan. Sonra da
yıkayacaktı sarı bezi. Ah sarı bez.. kanalizasyonu boylayacaktım, parçalarım
tüm şehre yayılacaktı, bütünlüğüm bozulacaktı, bir daha insan haline gelmem
imkansızlaşacaktı. Kaçmalıydım.
Nasıl hareket edeceğimi düşünürken akışkanlığımı yönlendirebildiğimi
fark ettim. Bu noktayı gözünüzde canlandıramamanız pek de önemli değil. Kapıya
vardım ve eşikteki aralıktan dışarı sızdım. Gördüm ki bir apartmandayım, ve
aşağı doğru döne döne inen merdivenleri aşmalıyım. Sorun değil diye düşündüm,
kendimi aşağı doğru bırakıverip akışmak düz zeminde ilerlemekten kolay
olmalıydı, öyle de oldu. Beş altı basamak inmiştim ki geçtiğim yollarda
zerrecikler bıraktığımı fark ettim. Sümüklü böcek gibi. İlk önce geri dönüp
zerreciklerimi toplamaya karar verdim. İndiğim bir basamağı geri
tırmanamayacağımı anladığımda ise bıraktıklarımın hayati organlarım
olamayacağını düşünerek kendimi rahatlattım, öyle ya, bilinçli bir varlık
olarak, hala yaşıyordum.
Tam dört kat indim. Apartman kapısından çıktım. Bakımsız bir
bahçede buldum kendimi. Temiz hava çok iyi geldi. Gök maviydi, biraz
bulutluydu. Bulutlar beyazdı, azdı. Tek tük güller gördüm bahçede. Koyu pembe,
iyice açılıp saçılmış, birkaç taç yaprağını yitirmiş güller. Ama güzellerdi,
saflardı. O an çat diye anladım. Ben kirlenmiştim. Kendimi kirletmiştim,
ruhumu. Bu yüzden kusmuğa dönmüştüm. Kendime olan bakış açım neden olmuştu
buna.. tabi yaa! (ne klişe ama)
Her neyse, kurtulmanın tek yolu vardı, yeniden insan
olmanın.. iyiye, güzele ve temize yönelmek. Ve ben gözlerimi (ki şu anda yarı
sindirilmiş bir formdaydılar) en yakınımdaki güle dikmiştim.
Aniden göremez oldum. Her yer karardı. Anlam veremedim,
panikledim. Ama çözmem çok da uzun sürmedi. Çok uzun süre sabit kalmıştım
üzerinde ve toprak da beni emmişti. Çok ağır da olsa hareket edebildiğimi
fark edince yatıştım. Güle doğru yanaşacaktım, odun mu soymuk mu ne haltsa
borularını kullanıp yukarı çıkacaktım, merkeze ulaşmam lazımdı. Dişi organa.
Saflığın, temizliğin merkezi orasıydı.
Arkama döndüğümde bir solucanla karşılaştım. Nasılsa
konuşmaya başladık. Başımdan geçenleri anlattım, planımdan bahsettim. “ohooo
ooo” , dedi solucan. “ben kusmuğa dönüştüğümden bu yana bin yıl geçti, binnn
yıl,ve ancak bir solucan olmayı başarabildim.”
Aklımdan Gülten Dayıoğlu'nun Ölümsüz Ece kitabı geçti,
gözümün önünden Parmak Kız... Sonra uyandım.
Çok güzel bir yazı olmuş. Ayrıca bir sonraki yazın için de sabırsızlanıyorum.
YanıtlaSilTEŞEKKÜR EDERİM, BUNU DUYMAK HARİKA!
YanıtlaSilFikir ve yazı ikisi de harika.
YanıtlaSilBÜTÜN UMUDUMU FİKRİN TUTMASINA BAĞLADIM :)
YanıtlaSil