Gözde Sarıhan
Indie May Kill, Art May Kill yerine yazdı.
Bmigo: Secret Santa'da en çok neyi istiyorsun?
Ben: Ay Cinema May Kill çıksa olur, bu ara güzel
filmler izledim. Artık birinin Coen Kardeşler'i de yazması gerek hem.
Bmigo: Ay bana Indie çıkarsa Imagine Dragons'u
yazarım yalnız şimdiden söyleyeyim. Asıl Life çıkarsa ne yaparız?
Ben: Aaaaaa... Ölürüm ben Life çıkarsa bana; hiç
güzel hikayem yok. Ya Art çıkarsa? Ne yazarım hiç bilmiyorum. Of Art çıkmaz
inşallah...
Bmigo: Ben akımları yazarım Art çıkarsa; bir ara
merak salmıştım onlara Bilsem'e giderken; kübizm vs birkaç bir şey yazarım
yani.
Ben: Ay ne güzel işte. Umarım Art çıkmaz; MBO'dan
sonra Art yazmak çok zorlu olur hatun tiyatrolardan çıkmıyor nitekim. Ben ise
bu ara sadece Gossip Girl izliyorum.
Bu hafta
burada karşınıza çıkmamda en büyük etkiye sahip evrene gönderdiğim mesajı
okudunuz az önce sayın okuyucular. Art May Kill köşesini sevmediğimden değil “art”
kavramının bende oluşturduğu engin denizden korktuğumdan blog içinde yılbaşı
dolayısıyla yaptığımız modifiye Secret Santa'dan bana Art May Kill çıkmasını istemiyordum.
Lakin çok değerli Ökalp bana geldi gitti Art'ı seçti. Olsun onun o minik
ellerinden öpüyorum ve saltanatımın sadece bir hafta süreceği Art May Kill'den
selamlıyorum...
Merhaba...
Beni tanıyan
herkes az çok nelere hayranlık beslediğimi bilir. En başta Jeff Buckley ve
Jason Mraz mesela. Bu aralar her yere parafını attığım Günseli Ediz yani Oğuz
Atay karakteri mesela. Çok yakınlarımın daha iyi bildiği ama bir çok insanın da
öğrendiğinde çok şaşırmadıkları bir ilgi alanım da var ki: Broadway
Müzikalleri. Bir gün New York'a adım atarsam gideceğim ilk yer işte o meşhur
Broadway Street.
Şuranın güzelliğine bakar
mısınız? Cıvıl cıvıl. Ah, orada olmak vardı. Her neyse NYC hayallerimi size
aktarmanın yeri değil. Broadway müzikallerine hayranlığım NYC'e gitmek istemem
için başlı başına bir sebep. Sahne sanatları konusunda acayip bilgilere sahip
değilim ama tiyatro mesela; onun tadını sinemadan alamam. Canlı canlı
karşındalar bir kere; insanın yetenek denen olayına gerçekten orada inanıyorsun.
Kamera karşısında hata yapmak neredeyse imkansız; çünkü değiştirme imkanı
varken sahnede belki de bininci defa oynanan oyundan sıkılmadan ve hiçbir
cümleyi atlamadan -atlasa bile çaktırmadan atlayan- seyirci karşısına koymak
bence fazlasıyla emek, özveri ve disiplin ve diğer bir sürü ciddi şeyi
gerektirir. Broadway müzikallerinin ya da daha geniş bir deyişle müzikallerin
tiyatrodan pek bir farkı yok; üstelik daha zorlayıcı bir yanı var ki o da
müzik. Sesin güzel olacak bir kere; aktörlüğün iyi olması yetmiyor bir yerden
sonra. Koreografi var sonrasında; on - yirmi kişi bir arada aynı anda aynı
hareketleri yapıyorlar. Hem de o anda canlı bir şekilde şarkı söylerken. Bir de
o enerji bitmeden hiçbir repliği kaçırmadan oyuna da devam ediyorlar. Velhasıl
kelam bayağı zor bir iş bu müzikal işi. En iyi emsalleri ise Broadway'de
olduğundan müzikal deyince akıllara ilk Broadway geliyor. Öyle ki bazı Broadway
aktörleri o kadar başarılı olmuşlar ki zamanlarında daha sonra Hollywood'a
transfer olmuşlar. Mesela Tony ödüllü Hugh Jackman, mesela erkeklerin kahramanı
Barney Stinson yani Neil Patrick Harris, mesela Newsroom dizisinin genç
yeteneği John Gallagher Jr. Sizin tanıyacağınız bir
örnek daha How I Met Your Mother'ın nihayet tanıştığımız annesi de Broadway
çıkışlı bir aktrist aslında.
Peki benim
bu müzikal aşkım nereden başlıyor? Günün birinden elime bir dvd geçer: Funny
Girl. 1964'te Broadway sahnesinde Barbra Streisand başrolüyle sahnelenen
oyunun yine aynı aktristle çekilmiş film versiyonu. Ben hayatımda bu kadar
eğlendiğimi hatırlamıyorum, arkadaşlar. Barbra'nın mükemmel yeteneği miydi
yoksa o güzel sesi miydi beni etkileyen-mutlu eden ama bir şekilde filmden
kopamadım. Daha sonrasında Glee dizisinin baş karakteri Rachel Berry de bir
Barbra hayranı olarak Don't Rain on My Parade'i seslendirince, diziye de aşık
olmakla beraber müzikal yolculuğuma başlamaya karar verdim. Ardından binlerce
olmasa da çoğu müzikali bulabildiğim şekilde izlemeye başladım. Keşke bir de
canlı izleyebilsem... Gerçi geçtiğimiz yıldan bu yana Broadway şovları tur
kapsamında ülkemize gelmeye başladı ama hepsi benim için o kadar sıkıntılı
zamanlara denk geldi ki ne We Will Rock You'ya ne Jersey Boys'a
gidebildim. Evet bu satırları yazarken bu acım aklıma geldi ve ağlamaya
başladım. Klavyeme dökülen gözyaşlarının silip geliyorum.
Müzikallerden
seçmeler:
Son birkaç
yıldır Broadway'in ve diğer ülke müzikallerinde müzisyenlerin etkisini de
görmekteyiz. Sanırım ilk başta We Will Rock You ile başladı her şey. Queen
şarkılarından oluşan bir müzikal düşünün. Ve şarkıları da öyle cover band falan
söylemiyor bildiğin müzikallere gönül vermiş yetenekli insanlar söylüyor. Tamam
bir Freddie Mercury değil hepsi ama benim gibi Freddie'yi zamanında görememiş
insanlar için o ruhu hissetmek bile yeterli oluyor. Daha sonra Broadway'de
Green Day çılgınlığı başladı. Biz lisedeyken “punkçıyız yöa”, “life suckz” diye
gezerken dinlediğimiz o “American Idiot” albümü yine Green Day solistinin de
katkılarıyla Broadway'e taşındı. Kendisini tabi ki izlemek şansına erişemedim
ama Youtube'dan vs izlediğim videoları sayesinde de şovun hiç de öyle kötü
olmadığına kanısına vardım. Şarkılar zaten bir punk grubu şarkıları olduğundan
yeterince enerjik ve ritmik ve bunun yanında bu şarkılar eşliğinde inanılmaz
bir görsel şov hayal edin. Ben bir Green Day sever olarak hayal edemiyorum;
benim için düşünülebilirin ötesinde bir durum bu. Şunu da eklemeliyim Newsroom'un
en sevdiğim karakterini canlandıran John Gallagher JR.'ın da bu denli mükemmel
bir Broadway yıldızı olması beni acayip mutlu ediyor.
Bazen bu
müzikallerin çok meşhur olup Hollywood'a taşınması fikri biz NYC'ta
yaşamayanlar için de iyi bir fırsat. Moulin Rouge olsun Chicago olsun Les
Miserables olsun; çoğunu bu sayede izleyebildik. Bunların içinde beni en
etkileyen ise Chicago'daki Cell Black Tango parçasıydı. Chicago'yu
izleyenleriniz bilir; kadınlar hapishanesine karanlık ama bir o kadar da ilginç
bir yolculuğu anlatır film-şov. Sinemada başrollerini Richard Gere, Renee
Zellweger ve Catherine Zeta Jones paylaşmıştı. Gerçekten en başarılı filmlerden
biri benim için. Cell Black Tango ise 6 kadın müzik eşliğiyle hapishaneye düşme
hikayelerini anlatıyorlar. Sakız çiğneyip patlatan kocasını öldürenden tutun
bir anda altı karısı ortaya çıkan sevgilisini arsenikle zehirleyen kadınlara
uzanan bir şarkı. “Eğer bizim yerimizde olsaydınız, siz de aynı şeyi
yapardınız.” diyerek bizi de suçlarına ortak ediyorlar. Şarkının en sevdiğim
yeri ise başlangıcındaki 'Pop! Six!
Squish! Uh uh, Cicero, lipschitz!' diyerek suçlarını özet geçtikleri kısım.
Gerçekten her dinlediğimde ve izlediğimde günlerce evde tekrarlayarak
geziyorum.
Aynı şekilde
bir filmin daha sonra müzikale uyarlanması da söz konusu. Mesela Once. Glen
Hansard ile Marketa Irglova'nın mükemmel birleşiminden çıkan “If You Want Me”
yi bilmeyeniniz yoktur sanıyorum. İşte bunu sonra almışlar Broadway'e
taşımışlar. Amerika'da taşındığı gibi İngiltere'de de sahneye taşımışlar.
Müzikleri de konusu da çok güzel olan bu yapımın müzikalini görmek nasip olur
mu bilmiyorum ama olmayanlar için filmi izleyebilme gibi bir şansımız var. Ben
sanırım dört defa izledim bu filmi, gerçekten çok çok güzel. Tavsiye ederim.
How I Met'in Anne’si de bu filmin Broadway yapımında başrolde yer almaktadır
ayrıca.
(Anne'nin sesi de bayağı
iyi imiş bu arada. Aferin Ted, 9 sezon bekledik ama değdi.)
Gelelim
müzikallerin şahına. Gelmiş geçmiş en ama en mükemmel müzikal. Yağlı -jöleli-
saçlar, deri ceketler yani GREASE. John Travolta'yı ve Olivia Newton John'u
hayatımıza katan mükemmel yapım. Aranızda hala izlememiş olanlar varsa en yakın
zamanda açın izleyin. Kaçırılmaması gereken bir yapım Grease. O danslar, o
kıyafetler Allah'ım bahsederken bile heyecanlanıyorum. Tabi Travolta'lı
halinden sonra binlerce versiyonu yapıldı ve yıllardır Broadway'de sahnelenmeye
devam ediyor ama o ilk tadı hiçbir zaman bir daha alamayacakmışım gibi
hissediyorum Grease için. Filmin de ikincisi falan çekildi başka aktörlerle ama
o da tutmadı. Bu da gösteriyor ki Grease her zaman seyirci için 'ilk ve tek'
olacak.
Anlatmak ve
yazmak istediğim daha bir sürü müzikal var aslında mesela Abba şarkılarından
esinlenerek yapılan Mamma Mia!, Dorothy Oz'un başka bir hikayesinin
anlatıldığı Wicked ya da gençlik dürtülerinin anlatıldığı The Spring
Awakening, bis Disney klasiği The Lion King ve The Phantom of the
Opera, Rock of Ages ve daha bir çokları. Ama hepsini anlatmaya sayfalar
sığmaz, şimdi bile buraya kadar geldiyseniz inanılmaz uzun bir yazı okudunuz.
Başka bir gün belki yine karşılaşır ve yine müzikallerden konuşuruz.
Umarım siz
de bu yazıyı ilk defa sizinle birlikte okuyan MBO da benden memnun
kalmışsınızdır. Art May Kill'de bir gün de olsa yazmak benim için çok
eğlenceliydi.
Hepinize
güzel, müzikli sanatlı sağlık dolu harika bir 2014 diliyorum.
Görüşmek
üzere.
Yazıyı okuya okuya bitiremedim, çok güzel.
YanıtlaSilFunny Girl, Chicago ve Grease, Mamma Mia!, The Phantom of the Opera'yı izlemiş birisi olarak, gerçekten çok severek ve isteyerek yazmışsın.
Cell Block Tango, benim için şimdiye kadar izlediğim en iyi 10 sahne arasındayken sen aldın onu bir basamak daha yukarı çıkardın. If You Want Me'yi izlemedim fakat şarkı o kadar güzeldi ki "neden?" sorusunu sordum durdum kendime.
Grease'in mükemmelleştirmeden kaçarak mükemmel oluşu hep etkilemiştir beni. Ve son olarak American Idiot'ta insanların üzerinde durduğu platform nasıl güzel düştü öyle.
Funny Girl'ün fragmanı çok eğlenceliymiş gerçekten izleyesim geldi.
YanıtlaSilNe zamandır aklımda olan Once'ı da şu an indirmeye başladım.
Baya uzun gibi nasıl okuyacağım yazıyı derken bir anda sonunda buldum kendimi daha da yazsan olurmuş. Eline sağlık.
emeğine sağlık :)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim.
SilBu arada bir ekleme yapmak istiyorum Jersey Boys'un ülkemizde gösterilmesinde en büyük etkiye sahip Zorlu Center Şubat ayı için harika bir Broadway showunu daha Türkiye'ye getiriyor. CATS. İstanbul'da olanlar için kaçırılmaması gereken bir etkinlik olacaktır. Benim yerime gidin arkadaşlar lütfen.
Sil