Merhabalar. Bayram
tatilinde dinlenip, kır bayır dolaşıp, denize ayak sokup, çılgınca yemek yiyen
bünyem, sınavlı projeli yoğun tempoya nasıl alışacak bilemiyorum. Korkmuyor
değilim, ders de çalışmadım tatilimde oh mis. Kitap açısından ise iç açıcı
sayılabilecek bir tatil geçirdim. Gabriel García Márquez’in ödüllü
kitabı Yüzyıllık Yalnızlık’ı ikinci
defa okuduktan sonra, yazarına nereden olduğunu bilmemekle birlikte aşina
olduğum, kitapçıdan eli boş çıkmamak adına alıverdiğim bir romanı okudum. Kanada-Sri
Lankalı yazar Michael Ondaatje’nin
Türkçe’ye Aslan Postuna Bürünmek
olarak çevrilmiş, In the Skin of a Lion
adlı kitabını. Yazara nereden aşinaydım peki? The English Patient - İngiliz Hasta adlı filmi izlemiş miydiniz?
İşte efendim izlediğiniz, duyduğunuz, “Aaaa abi ben izleyememiştim onu ya!”
dediğiniz o film, Michael Ondaatje’nin romanından uyarlanmış bir film. Açıkçası
ben Aslan Postuna Bürünmek’i daha önce hiç duymamıştım, o yüzden anlayacağınız
üzere bayağı bir şaşırdım, siz duyduysanız, benim bu şaşkınlığıma “Pardon da,
salak mısın?” şeklinde tepki verebilirsiniz, yapacak bir şey yok. Neyse işte
kitabın konusunu gerçekten çok beğenmekle birlikte, yazarın anlatım tarzı da
oldukça ilgimi çekti. Akıcı ve şiirsel bir anlatımla, düz yazı okuduğunuzu
hissetmiyorsunuz neredeyse, tabi şiirselliği de tadını kaçırmadan, tam ayarında
kullanmış Ondaatje romanında. Meraklandıysanız buyurun buradan yakın.
Kitap
3 ana bölüm ve 7 küçük bölümcükten oluşmakta. İlk bölüm, kitabımızın ana
karakteri Patrick Lewis’in henüz bir
delikanlıyken, babasıyla tek başına Depo
Gölleri Bölgesi adı verilen yerde, bir çiftlik evindeki sessiz yaşamını
anlatır. Patrick, tarlalarının önünden geçip çevre ormanlara doğru yol alan
ormancılara, tarlalarında ve ormanlarda yaşayan binbir çeşit böceğe ve
babasının mesleği yüzünden ister istemez dinamitlere karşı bir ilgi
duymaktadır. Babası, Kanada’nın soğuk havası sağ olsun, donmuş göllerde hareket
etmesi zor ağaç kütüklerinin gölden çıkarılması için dinamitle müdahalede
bulunan dinamitçidir.
Patrick’in
yaşamından küçük bir kesitten sonra, Bloor
Sokağı Köprüsü’nün inşaatını anlatan bir bölüm geliyor. İnşaatta
çalışanlardan Makedon göçmen Nicholas Temelcoff, köprüde
bir rahibeyi düşmekten kurtararak, ona adeta yeni bir hayat verecektir. Köprü
inşaatında görevli şirketin sahibi müsteşar Harris’i
daha sonraki bölümlerde su arıtma tesisi yapımında göreceğiz. Köprüde çalışan
işçilerden birisi de Caravaggio. Bu
isimleri iyi belleyin, daha sonra karşınıza çıkacaklar.
İlk
iki bölümden sonra gelen bölümleri ise toplu şekilde anlatacağım, zira okurken
keyfiniz ve heyecanınız kaçmasın. Patrick Lewis, Ambrose Small isimli bir milyonerin kayıp olduğunu ve arandığını
duyar duymaz baba mesleği dinamitçiliği bırakıp, ödül avcılığına soyunur ve
işte bu sırada tanışırlar Clara ile.
Patrick daha ne olduğunu anlamadan kendini kaptıracaktır Clara’ya ve ister
istemez aralarında bir yakınlaşma doğacaktır. Kısa bir aradan sonra ise,
Clara’nın yakın arkadaşı Alice ile
tanışacaktır Patrick ve olaylar gelişecektir efendim.
Romanın
özeline girersek bu kadar anlatabileceğim sizlere zira daha fazla detay vermek
istemiyorum. Olayların akışı öyle süratli ki, dikkatli okumanızı tavsiye
ediyorum sadece.
Romanın
ana karakteri Patrick’in sakin kişiliğiyle örtüşen, sakin bir yaşantısı var
diyebiliriz. Mesleki anlamda hırsları olan bir insan değil, bunu ileriki
bölümlerde çalıştığı işlerden de göreceksiniz. Sakin, huzurlu ve sadık bir
kişiliği olduğunu düşündüğüm Patrick’in, bazı bölümlerde idolüm olma yolunda
ilerlediğini söyleyebilirim.
Kitapta
ismi geçen tüm karakterlerin başarılı bir şekilde birbirleriyle bağlantılı
olması da beni benden alan bir yanıydı romanın. Hiçbir boşluk kalmadı kafamda,
her şey yerli yerindeydi romanı bitirdiğimde. Bazı minik detayları kaçırdığımı
düşündüğüm için de romanı tekrar okuyacağım zaten.
Romanın
araya aksiyon karıştırılmış bir aşk romanı olmadığını da söylemek istiyorum bu
arada. Kanada’daki göçmen hayatı, kapitalizmin uçurumları, insan yaşamının
değeri, tabii ki aşk, biraz suskunluk, bazı yerlerde sefalet, kimi zaman da
mutluluk ama en çok da umut ve huzur ön planda bu romanda. Yani gerçeklik dolu
bir roman Aslan Postuna Bürünmek. Tekrar okunacaklar listeme şimdiden aldım
bile. Şimdi de sizlere, okurken kıvırdığım sayfalarda, hoşuma giden kısımları yazayım
ve yazımı tatilde çektiğim huzur dolu birkaç fotoğrafla noktalayayım.
“Sevgili
Clara, yanına gelip seni dansa davet ettim. Yanındaki adam yüzüme bir yumruk
patlattı. Bir kez daha sordum sana; adam bir yumruk daha patlattı. Beş dakika
sonra gene döndüm masanıza ve yanındaki adam sokağa fırlattı beni. Seni düşümde
görmeyeli uzun zaman olmuştu, dayak yemek iyi geldi.”
“İnsanı
sıkıntıya boğan bu belalı işin ne olacağı bilinmezliğine gönüllü olan başka
biri de yoktu zaten işçiler arasında; ama Patrick için dünyadan koptuğunu
hissettiği bu berbat yerde yapmaktan huzur bulduğu tek iş buydu.”
“Ne
zaman olacak bu peki? Ne zaman varacaklar o noktaya? Önündeki kil duvarı kazıp
duran insanoğlunun bedeni bu konuda ne kadar biliyor ya da bilmiyorsa, katırın
beyni de o kadar biliyor ya da bilmiyordu.”
“Çekilen
fotoğraflarda, duvarlardaki nem beyaz görünüyor. Ustabaşının beyaz gömleği de
var görünenler arasında. Bir de dinamitlenecek yerleri işaret eden beyaz
boya. Geri kalan her şey, emek ve
karanlık. Kül renkli yüzler. Tanımlanmamış bir dünya.”
“Sana
cennetin her katında ölümlülüğün var olduğunu öğrettim.”
“Yıldızlar
gereksiz
Mehtap
da neymiş
Salaklara
göre bütün bunlar
Derken
elinde sevgilerinle
Sen
çıktın ortaya birdenbire.”
Book
May Kill’de anlatılan her roman için bunu okuyun vurgusu yapmışımdır ama bunu
baya bi gayretle söylüyorum “BUNU OKUYUN YAVRUMS.”. Kitapla kalın.
Not: Blogumuz, Hürriyet Bumerang Ödüllerinde "En Tarz Blog" dalında aday. Eğer bize destek vermek istersen, buraya tıklayıp hiçbir ücret ödemeden oy verebilirsin. Şimdiden teşekkürler.
Mak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder