Yabancılaşma. Hep bir kelime
oluyor beni harekete geçiren. Cümlelerin devam etmesi için 0 noktası. Bu yazı
için o kelime "yabancılaşma". Yeri yurdu önemsiz kendi benliğinde ya
da bambaşka bir yerde tek farkı yabancı olmak olarak. Daha yeni yabancılaşmış
da kendine gelmiş biri olarak 2 farklı gezgin hikayesini tavsiye etmek istedim.
İlk gezginim, ERASMUS illetine bulaşmış başka ülkede yabancılaşan, diğer
gezginim kendine yabancı kişiliğini bulmaya çalışan. Birbirinden farklı bu iki
filmin tek ortak noktası evden uzak olmak ve uzak olmanın zorunlu olarak size
getirdiği arayış. Evinizde, ülkenizde yıllardır çat pat oluşturduğunuz düzen,
evden uzaklaştıkça yine aynı düzenin kopyalarını aramaya bırakıyor kendini. Bu
yer benim, bu parkta bu bank benim, sadece ? günlük yatacağım bu yastık benim!
İşte bu cümleyi demeden gezen 2 adamın hikayesi.
Not: Oyunculuk, çekimler ya da yönetmeler değil aşağıda
çekiştirilenler, sadece hikayelerin kendileri.
İlk hikaye L'Auberge Espagnole
adlı filmde cereyan ediyor. Erasmus için değiştirdiği sadece ülkesi olmayan,
yanında bedava hayatı da değişen bir gencimizin hikayesi. Erasmusa gitmeyen
gençlerin de Facebook sayfalarında gidenlerin fotoğrafıyla gitmiş kadar oldukları
bir eğlence silsilesi. Erasmusla ilgili türlü şakalar türlü hikayeler anlatmak
mümkün ama film daha çok farklı kişilik denemeleri için oldukça müsait olan bir
ortamda Xavier’in [ana karakterimiz] kendini denemesini ve iç çalkantılarını
anlatıyor. Klasik gençlik filmi yaftalamasından çıkmasında en önemli etken iç
konuşmaların ağırlığı. En azından "Ay İspanya ya çok eğleneceğim!"
basitliğinden çıkan iç konuşmalar filmi başka bir noktaya taşıyor.
Sanki kendi memleketi Fransa’da
özgür bir ortam yokmuş gibi İspanya’da kaçırmak istiyor işin ucunu. Bu da bize
şunu gösteriyor, ipin ucunu kaçırtan yerlerin kendisi değil, senin o yere
yüklediğin anlam. Bulmak istediğin şey gittiğin yerde olmasa dahi sabah kafanda
ya da yanında uyanabilirsin. Birleşmiş milletler konferansı tadında bir evde
yaşarken "farklı" kelimesi girdiği her cümleyi daha da
güzelleştirebilir. "Farklı" ve "yabancı" paralel iki kelime
olmaktan çıkıp "farklı" ve "ait" iki kardeş kelime olabilir.
Farklılığın seni yabancı bir ülkede bulunduğun ortama daha ait hissettiren bir
faktör olabilir.
Stéphane. Yıl 2008, ben lise 3.
Film 1997. Çok yakın tarih oluşumu, Hollywoodvari filmlerden kafamı sıyırıp da
dünya sinemasına göz atmaya çalışırken çok geç kalmışlığımın aceleliğimi
bilmiyorum ki nedense ne! Tüyleri diken diken eden filmdir. Babası
Stéphane"ye bir kaset bırakır, bu kasette Nora Luca adlı kadın bir şarkı
söylemektedir, şarkının ölümsüzlüğü babasının ölümüyle birleşince Stéphane
şarkının peşine düşmeye karar verir. Peşine düştüğü şey her gezgin, her yola
çıkan gibi bellidir. Uzakta bir nokta. Peki asıl hedef o noktaya varmak mı?!
Soundtrack’lerine sarılmak
istenen, bel kıvraklığını taklit etmek isteyen kendinize dur diyemeden
izliyorsunuz filmi, filmin sonuna yakın, ölü gömülü toprağa şarabını döküp dans
eden amcayla akraba olasınız geliyor. Yazıya ara verip şunu izliyorsunuz;
İki farklı dil, iki farklı kültür,
dilin dile değerek öğrenildiği anların anlatımı, kafamda beliren flaş patlamış
da gözüm kamaşmış etkisi yaratan sahneler. Film Romanya’da yaşayan çingeneleri,
Stéphane’nin hayatı ile birleştirerek her iki taraftan da göç olgusunu
anlatıyor. En vurucu kısımları insanın bir yerden bir yere taşınırken nasıl her
konuda eşitlendiğini, "insan" olmanın her yerde nasıl aynı olduğunu
anlatması. Aradığını buldu mu şimdi Stéphane dediğiniz anda filmin seyrinin
değişmesi hikayeyi hiç bitmeyecek bir hale sokuyor. Hikaye bu filmde "The
end" yazısıyla bitemeyecek hale geliyor çünkü yol dışarıda bitse de içerde
devam ediyor ve biz izleyenler olarak sadece geri dönüşü görüyoruz, oysa,
başlangıçların hepsi yolun sonunda.
Çok önemli not: İlk filmi 1 ay önce, ikinci filmi ise lise 3’te
izlemiştim. İkisini aynı yazıda yazma sebebim iki filmin hikayesinin de yabancı
topraklarda kendilerini arayan gezginleri anlatmasıydı. Ta ki bu yazıya
başlayana kadar 2 filmin de başrolünde aynı aktörün "Romain Duris"in oynadığını fark edememiştim. Dikkatsizliğime
değil ama çok uzun zaman önce izlemişliğime vererek ve bu iki filmin daha ne
kadar özel olacağını düşünürken şu an kalbime taht kurduklarını belirterek
noktayı koyuyorum.
Deniz Gül
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder