-Çok sağ ol be anannecinin, her hafta böyle taşırsın bunları
buraya, tutmaz bu dizlerim, tutmaz kahretsin! Geç soluklan, ben de balkonda
otururum. Yeni yıkadım, serincek??
-....
-Meyvecik soyayım sana buz gibi????
Çok hevesli görünüyordu. Ben de bütün bu pazarlıkları
taşırken yorulmuştum. Ayakkabılarımı çıkardım, geçtim içeri.
-Terlik giy, terlik. Yaş daha balkon.
Koca gövdesini hantal hantal hareket ettirerek bana terlik
getirdi. Ben de daracık ve upuzun, işlevsellikten alabildiğine uzak balkonda
yürümeye başladım. Balkonun sonunda parmaklıklara monte edilmiş, çiçekli naylon
muşambalı bir masa vardı. Üzerinde bir fesleğen saksısı. Duvarda sarımsaklar
asılıydı, parmaklıklar boyunca dizili dolmalık biberlerin rengi iyiden iyiye
kırmızıya dönmüştü. Beyaz, plastik sandalyeye oturmamla kalkmam bir oldu.
Elimle yokladım, altımdan tesbih çıktı. Masanın üzerine koyup beklemeye
başladım.
Birazdan aynı hantal yalpalamayla kapıda göründü. Elinde,
içinde kocaman, ballı bir şeftali, biraz da kiraz olan bir tabak vardı. Önüme
koydu. O da yanıma oturdu.
-Ye anannecinin, yerli bak şeftali, koca teyzenler getirdi,
bahçenin şeftalisi, çok güzel.
-Sağ ol anane.
Keskin mi keskin meyve bıçağıyla şeftaliyi doğramaya
başladım. Bizim ihtiyar da yüzümü süzmeye başladı.
-On yedi yaşındaydı anan evlendiğinde. Senden gençti. Yapma
be kızım dedim, yapma be... Çocuklar bir kere gidecem dedi mi, ığhh, gidecekler
illa. Baban rahmetli çok içerdi, çook içerdi, bilirdik de hani hepimiz ama anan
severdi, illa o derdi, karıştırtmazdı kimseyi. Küçücektiniz babasız
kaldığınızda, sen öyle, kardeşin öyle. Anan bile çocuktu daha be oğlum.
Şeftaliyi ısırdım, suyu dirseklerime kadar aktı. Şimdi konu
nereye gidecek biliyorum.
-Hiç unutmam o günü. Babanın ölüsünü duyduğumuzu. Anan
yığıldı kaldı, Onur öyle ağlar, büyükbabanın kucağında çırpınır, çocuk küçük,
anlamadı ama korktu demek... Ufak çocuklar öyle hisli oluyor, depreme uluyan
köpek gibi hisli. Ama sen anannecinin, sen fırladın gittin evden, dayınlar
falan hep koştu ardından, ki daha küçüceksin hani, ama tutamadılar, teee akşam
ezanı okunurdu sen geri.......................
Sonrasını pek dinlemedim, zaten sonrasını anlatamaz,
anlatamaz çünkü bilmiyor. Başını da sonunu da bilmiyor anneannem, kimse de bilmiyor.
Bir başı olduğunu da kimse bilmiyor hatta, bu yüzden herkes sonunu merak
ediyor.
.......................................................................................................................................
Babama dair hatırladığım ilk anı askerden dönüşü. O sıralar
bilmiyordum ya, araya karışan bir de hapis macerası var. Alacak verecek
mevzuları... Öncesi bir gölgeden daha belirgin değil. Neyse işte babamla
“tanışmam” beş-altı yaşımı buldu. Bütün evde bir sevinç havası vardı. Muhammed gelecek,
Muhammed gelecek, baban gelecek oğlum, baban gelecek. Babam kim, daha
tanımıyorum, ama ben de çok heyecanlandım. Evi saran yemek kokularının, cama
yapışan tencere buharlarının esiri oldum ve sevinmeye başladım. Babam gelecek,
babam gelecek!
Annem beni ve Onur'u leğende iyice çitiledikten sonra,
büyükbabamın bayramda aldıklarını giydirmiş, pantolonumun kısa gelmesine
söylenmiş, önce banyoda aşındırdığı derimize, sonra da kendine kolonya dökerek
hepimizi mis gibi kokutmuştu. Artık o gün sokağa çıkmak yasaktı. Gün ne kadar
geçmek bilmese de, bir şekilde göğün rengi koyulaşmaya başladı. Derken, beklerken, kapı çaldı.
Ev halkının geri kalanıyla beraber ben de kapıya koştum.
Anneannemle büyükbabam arasından kendime yer açmaya çalışıyordum ki, annem
kapıyı açıverdi, o an babamı görmek için hiç de ön sıralarda olmama gerek
olmadığını anladım. Babam upuzundu, kocamandı. Ahmet Dayı'mdan bile çok
büyüktü. Simsiyah saçları vardı, esmerdi. Balıkçı yaka sarı kazağının üstünde
siyah, fitilli kadife, cüssesine bile büyük gelen bir ceket vardı. Ürkmüştüm
görüntüsünden. Anneannem alkış tutturdu bir heyecanla, insanların “hoş geldiiiin”
nidaları birbirine karıştı. Babam kocaman kahverengi ayakkabılarını çıkarıp
içeri girdi, valizini bıraktı, önce büyükbabamın, sonra anneannemin ellerini
öptü, annemi kucakladı sonra. O kucaklama anında, ilk kez, babamın yalnızca bir
misafir olmayabileceğini fark ettim.
Babam annemi kucaklamayı bitirdiğinde gözleri beni aradı, ben
anneannemin bacakları arkasına saklanmış, entarisine sıkıca yapışmıştım. “GEL
BAKALIM OĞLUM!” dedi kollarını açıp. Sesi de çok korkunçtu. İyice sokuldum
bacaklara. Bütün ev halkı “Aaaaa” çekti bu tutumuma karşı. “Aaaaa, baban o
oğlum senin”, “Aaaaa baban çok özlemiş ama seni”, “Aaaaa çok ayıp ama bu
yaptığın”. Değil “a”, alfabenin hiçbir diğer harfi, sanmıyorum ki beni
saklandığım yerden çıkarsın. Neyse ki babam üstelemedi. “Ellemeyin oğluma,
alışır” dedi. Saçımı karıştırıp yanağımı sıktı, sonra anneme döndü:
-Onur nerede?
-Uyuyor, içerde.
Normalde Onur'u uyurken sevmek yasaktı. Sevmek için bilerek
uyandırmak da yasaktı. Hatta birkaç kez sırf ben içerde ona sadece bakarken
uyandı diye annemden haksız yere dayak da yemiştim. Ama her nasılsa babam yatak
odasına yöneldi. Annem de peşinden, ben de annemin peşinden. Babam Onur'u
yastıkların arasından çekip kaldırdı:
-Bu mu Hüsniye benim oğlum, dedi gözlerini Onur'dan
ayırmadan.
Annemle ben kapı girişinde duruyorduk, annem boynunu büküp
gülümsemekle yetindi, babam Onur'u kucakladı, öptü, Onur uyanıp ağladı ama
annemin gülümsemesi bile silinmedi.
...............................................
Bu baba olayını sevmemiştim. Birincisi, geldiğinden beri
herkes onunla ilgileniyordu, sevdiği yemekleri yapıyorlardı, hatta ciğer bile
pişirdiler ki ağzıma sürmem. Ayrıca annem, babamın kucağına gitmememe yavaş
yavaş sinirlenmeye başlamış, itirazlarıma etlerimi burarak cevap verir olmuştu.
Babam oyun oynarken beni izleyip gülüyor, utandırıyordu. Bazen ben kaçamadan
tutup öpüyor, geldiğinden beri büyüyen saçıyla sakalı yüzüme batıyordu. Rahatım
kalmamıştı. Artık bakkaldan bir şey almak için anneme gittiğimde de babama
gönderiliyordum, bu da günlerdir sakız bile almadım demekti.
Babam bir de, herkesten bile daha sık Onur'u kucaklayıp
seviyordu. Kendimi sevdirmek istemesem de, bu durum da hoşuma gitmiyordu. Yine
de Onur onun oğlu olsun madem, diyordum. Ben annemin oğlu olacağım. Hem zaten
Onur'un saçı da babam gibi siyahtı, benimki annem gibi sarıydı. Gören kimse de
beni babama benzetmiyordu, herkes Onur'u benzetiyordu.
Babam gelmeden önce annem, ben ve Onur aynı odada uyuyorduk.
Annemle ben yatakta, Onur da beşiğinde... Ama geldiğinden beri benim yatağımda,
üstelik de yine annemle birlikte babam uyuyordu. Ağlayıp zırlamalarım kar etmedi,
doğrusu ayak dirememin de hatırı sayılırdı. Ama anneannemin terli boynuna
sokulup, büyükbabamın horultusunu dinlemekten başkasını elde edemedim.
Tam bu duruma yeni alışmıştım ki bambaşka bir laf çıktı,
kendi evimize taşınmak. Üstelik anneannem ve büyükbabam bizimle gelmeyecekti.
Annem, ben, Onur... bir de babam tabi. Okulun karşısındaydı taşınacağımız ev,
oraya taşınınca kendi odan olacak dediler, sevindim önce. Taşındığımızda hiç
akıl edemediğim bir şey oldu ama. Kendi odamda yalnız başıma uyumamı
istiyorlardı. Gerçi annem her gece beni uyutmaya yanıma geliyordu ama ben de
her gece hadi artık deyip ışığı söndürdüğünde kıyametleri koparıyordum. Sonra
babam gelip azarı basıyordu. Sesimi kessem de, uyuyana kadar, gölgelerden
cinler geleceği korkusuyla, dehşet içinde, -ama yine de babamın korkusu ağır
bastığından olacak sessiz sessiz- gözyaşı döküyordum.
Yeni evimize taşınmamızla başlayan bir başka yeni adet de
eskisinden daha erken sokaktan çağrılmamdı. Eskiden eve gelme işareti ezandı.
Şimdi babam o gür sesiyle camdan bağırıyor, bütün oyunlarım yarım kalıyordu.
Gerçi bu konudan şikayet etmiyordum çünkü bu iş “tatlıya” bağlanıyordu. Babam
beni kapıda karşılıyor, elime para tutuşturup bakkala yolluyordu.
-Muhammed'in oğluyum de, gazeteye saracakmışsın de o bilir,
kendine de gofret al, hadi babam.
Hem babam yemekten sonra oturup gazetenin içindeki şeyden içti
miydi bazen salonda uyuyordu. O zaman da annem gelip benimle kucak kucak
yatıveriyordu. Hem ben uyuyunca da gitmiyordu.
.......................................................................
Bir gün yine gazetem ve gofretimle bakkaldan dönerken arkamdan
çıkır mıkır bir ses duydum. Anneannemlerin komşusu oğlandı ve nefis, kıpkırmızı
bir bisikletin üstündeydi.
-Bak yeni bisikletim.
-Çok güzelmiş, güle güle bin.
Çıkır mıkır çıkır mıkır...
-Kim aldı?
-Babaaaaam...
-Ben de süreyim mi?
-Biliyon mu sürmeyi?
-Hayır.
-Babanın öğretmesi lazım, bana babam öğretti. Şimdi binsen
çarparsın, olmaz.
Çıkır mıkır çıkır mıkır çıkır mıkır. Komşu oğlan gitti.
O gece yatağa girdiğimde korkmaya çok vaktim kalmadı. Aklımda
bi hayal vardı çünkü. Babaların güzel şeyler yapabileceğini fark etmiştim.
Sonuçta her gün gofret alıyordu, ve anneannem anneme ne kadar “Ah Hüsniye, ne
olacak iç iç iç çoluğun çocuğun rızkıyla, ben bilmem anacının” dese de, annem o
geldiğinden beri hep gülüyordu ve sonuçta geceleri ağlamazsam da bana kızıp bağırdığı
yoktu.
...................................................
Aradan birkaç gün geçti. Henüz cesaretimi toplayıp babamla
konuşamamıştım. Fakat kırmızı bisiklet hayallerimin her zerresinde süzülüyordu.
Aklımı başka bir şeye veremez olmuştum. Yemek yerken, uyurken, uyanıkken hep bu
hayali kuruyordum. Hatta oyunlara katılmaz olmuştum, bir köşede oturup bisiklet
hayali kurmak çok daha eğlenceli geliyordu bana. Bir başka hayalimden annemin
sesiyle çıktım:
-Cem, haydi annem pijamalarını çıkar da üstünü giyin,
büyükbabanlara gidicez, anneannen seni çok özlemiş.
-Büyükbabam özlememiş mi?
-Özlemez olur mu?
Anneannem pişi yapmıştı. Bizimkiler sofra başına oturup
afiyetle yemeye başladılar. Benim canım istemiyordu. Heyecanlıydım çünkü, işten
gelince kesin konuşacaktım babamla, işi de başka babalarınkinin aksine hava
kararmadan çok önce biterdi, çünkü diğer babalar uyurken o işe giderdi, eh bu
da konuşmama az kaldı demekti. Bundan sonra akşamları gazete alırken gofret
almayayım diyecektim paramız yok derse de. Bence tamam diyecekti. Hem bakkala
da bisikletle gidersem daha çabuk getirirdim gazeteyi, bence kesssin tamam
diyecekti.
Ben pencereden dışarı bakıp, evin önündeki yokuştan hızla
kayma hayalleri kurarken kapı küt küt çalındı. KÜT KÜT KÜT KÜT KÜT çalındı.
Büyükbabam besmele çekerek kalktı yerinden, annem hayırdır inşallah dedi. Gelen
dayımdı, soluk soluğaydı:
-Baba... baba eniştem! Ablamlar nerde?
-Ne, ne olmuş eniştene, ne olmuş?
Sonrası bağrış kıyamet. Babam bir makine kullanıyormuş işte,
sonra uyumuş, kaza olmuş, Hastaneye gidememiş. Kelimeyi duymadım ama anladım.
Ölmüş. Anladığım buydu. Babam ölmüş. Kalbim sıkışmaya başlamıştı. Midemi çekip
benden almışlar gibiydi. Anneme ulaşmak istiyordum ama beni görmüyordu. Yere
yığıldı, anneannem onun başına gitti. Büyükbabam Onur'u kucağına aldı, Onur
ağlıyordu, dayım apartman merdivenine çökmüş ağlıyordu, şöyle bir bakınca
herkes ağlıyordu. Ben de koştum.
Önce bir mahalle kadar arkaya koştum, belediyenin yıktığı
evin arkasına saklandım, dayım da peşimden koşmuştu çünkü ama ben geri dönmek
istemiyordum.
-Dayım!! Dayıııııııım!
Dayımın sesi giderek uzaklaştı. Ben orada oturup ağladım. Hiç
sevmemiştim bu baba işini, hiç sevmemiştim. Hiç güzel şeyler olmamıştı, şimdi
de annem çok üzülmüştü, Onur ağlamıştı. Gazeteden çıkan o şey hep olmadık
zamanda uyutuyordu babamı. Yine uyumuştu, salonda uyuduğu gibi, bi gün
tuvalette uyuduğu gibi. Kendi suçuydu, kendi ölmek kendi suçuydu. Şimdi anneme
bir şey olursa da onun suçuydu.
Annem bana belki bisiklet alırdı şimdi ama... Sürmeyi hiç
öğrenemeyecektim.
Ağlamam çabuk bitti. Biraz daha hüzünlü şeyler düşünmeye
çalıştım ama ağlayamadım. Ben de çıktım harabeden. Anneannemlerin komşusuna
gittim, bisikletli çocuğun oturduğu apartmana. İç kapılarının önünde duruyordu
kırmızı bisiklet. Ben de aldım onu, dışarı çıktım. Sürmeyi bilmediğim bisiklet
elimde koşmaya başladım. Koştum, koştum, ağlayarak koştum, deniz kenarına kadar
hiç durmadan koştum. Yolda görenler durdurmak istedi, durmadım. Koştum.
Denizi görünce durdum ancak. Nefesim kesilmişti, boğazım
üşümüş, yanıyordu. Bisikleti hiddetle fırlattım, bir ağacın altına oturdum.
“Babacım” diye diye ağladım. “Babacım, babacım, canım babam”. söyledikçe
hissettim sanki, söyledikçe sevdim babamı. Filmdeki çocukların babalarını
sevdiği gibi sevdim. O gün, orada sevdim.
Akşam ezanının okunduğunu duyunca eve dönmem gerektiğini
anladım. Bu defa erkenden çağırılmamıştım. Param da yoktu, gazeteyi okuyacak
kimse de. Ben yine de bakkala gittim.
“Amca” dedim “annem parasını yarın verecek ama bana şimdi
gazete lazım.” Adam bir şey diyemedi. Bir süre baktı, kafa salladı. Şimdi
düşününce tabii, haberdar olmuştu kazadan muhakkak. Her zamankinden hafif
gazete poşetini verdi elime, içine bir de gofret koydu. Gofreti geri çıkardım,
“Gofret lazım değil” dedim, evin yolunu tuttum. Komşunun oğlunun bisikletini
yerine koyup, elimde poşetim, sakin sakin eve yürüdüm. Babam artık olmadığı
için, eski evimize...
Döndüğümde annemle büyükbabam kapıdaydı, annem hasta
görünüyordu, büyükbabam anneme kollarını sarmıştı, ilk kez fark ettim,
büyükbabam da aslında annemin babasıydı.
Beni görür görmez fırladı annem, eğildi, kucakladı:
-Oğlumm, nerdeydin oğlum? Sen saatlerdir nerdeydin?
Bir annemin, bir de ne hissettiğini okuyamadığım büyükbabamın
yüzüne baktım.
-Ben gaste almaya gitmiştim, dedim. Sonra annemin kollarından
kurtulup evimize girdim.
....................................
-Ay, ay, ay damladı.
-Hı?
-Şeftalinin suyu aktı pantolonuna.
-Ha, bir şey olmaz ananne eski o zaten.
-Bi kere bile anlatmadın be çocuğum, bi kere bile ağlamadın.
Demedin bütün gün neredeydin. Kaç kere sordumsa...
Aslında yine soruyordu.
-Dedim ya anane, gazete almaya gitmiştim.
Not: Fotoğraf http://instagram.com/dinceruz
uzun zamandır bu kadar güzel bir hikaye okumamıştım
YanıtlaSilNASIL TEŞEKKÜR ETSEM?? NE KADAR ETSEM??
YanıtlaSilokuyorum ağlıyorum, arkadaşlara okuyorum. üzülüyolar ağlamıyolar, kızıyorum. ben cem'e çok üzülüyorum...
YanıtlaSilCEM'E BEN DE ÇOK ÜZÜLÜYORUM. FAKAT BÜYÜYÜP HARİKA BİR BABA OLDUĞUNU BİLMEK BELKİ İÇİNİZİ RAHATLATIR.
YanıtlaSil