Onunla uzun süreden beri tanışmak istiyordum ama
tanışamamıştım bir türlü. Neden ilgimi çekiyordu bu kadar, onda beni çeken
neydi hiç bilmiyorum. Tanışmıyorduk, tanışamıyorduk. Onu tanıma isteğim sadece
bir meraktı. Uzaktan gördükçe, hareketleriyle, mimikleriyle kendini belli
ediyordu sadece. Sessizdi, mağrur yüzünde görmüş geçirmiş, olgun bir ifade
vardı, kendine güvendiğini belli eder gibi yürüyordu ama içten içe korkak bir
çocuk kadar hassas mizaçlı olduğunu anlıyordunuz. Sakince kafasını çevirip
bulunduğum tarafa baktığında, meraklı gözlerimle karşılaşıp şaşırmıştı o gün.
Sanırım bu zamana kadar kimse onunla iletişim kurmaya çalışmamıştı. Hiç
iletişim kurmadığını söyleyemem. Arkadaşları vardı, o da herkes gibi yeri geldi
mi gülüp eğlenen, yeri geldi mi ciddileşen
sıradan bir insandı işte. Yine
de etrafına bir yalnızlık hissi yaydığını söyleyebilirim. Bunu sezebiliyordum.
Yalnız kalmak için, bir ipek böceğinin kozasını örmesi gibi ördüğü duvarı
yıkmaya çalışıyormuş gibi hissedip utanmış, kafamı derhal yere indirmiştim. Kısa
bir süre sonra onun tarafından, bana doğru gelen karartının varlığıyla, utancım
daha da arttı. Acaba gelen o muydu? Eyvah! Rahatsız olmuştu bakışlarımdan! Kafamı
kaldırmaya korkup, kucağımda kendine yer edinmiş olan Suç ve Ceza’nın
“Raskolnikov’un histerik krize girdiği anları” okumaya başladım; fakat nafile,
okuduğum hiçbir şeyi anlamıyordum. Karartı gittikçe yaklaşıyordu, o yaklaştıkça
benim telaşım da artmaya devam ediyordu. Kalkıp hiç o tarafa bakmadan gitmekle,
oturup bu anla yüzleşmek arasında kalmıştım. Gelen o ise, rahatsız olduğu için
gelmesi muhtemeldi. Meraklı bakışlarım onu rahatsız etmiş olacaktı. Kalbim
göğüs kafesimden fırlayıp, karşı masada yemek yiyip gülüşen arkadaş grubunun
masasının tam ortasına kadar uçmak üzereydi.
Karartı kuzeydoğu tarafımda durdu ve yumuşak
bir ses bana “Oturabilir miyim acaba?” sorusunu sordu. Kafamı korkakça yukarı
kaldırırken beynim tamamen durmuştu. Fizyolojik olarak bu mümkün mü bilmiyorum
ama beynimin enerjisini telepatik güçlerle kalbime gönderip 5 saniyeliğine
durduğuna yemin edebilirim. Kalbimse aldığı enerjiyle adeta yardırarak
çılgıncasına çarpıyordu. Bu heyecana daha fazla dayanamayarak ona henüz
bakmamışken, “Tabii, buyurun.” dedikten sonra onunla göz göze geldim. Okul dışında
yeni tanıştığım insanlarla sizli bizli konuşma huyum bir yana, henüz onu
tanımıyorken ona duyduğum saygı nedeniyle ona “siz” şekline hitap etmiştim. Gözleri gülüyordu; hatta kahkaha
seslerini bile duyabiliyordum. Bana bakıp “Ne güzel kızmış lan!” diyorlardı,
duyuyordum. Biliyordum o benim içimi görmüştü, beynimi, kalbimi. Yavaşça sandalyeyi
çekip tam karşıma sakince oturdu. Daha önce fark etmediğim elindeki iki bardak çaydan birini benim önüme koydu ve
cebinden çıkardığı, daha önce adını hiç duymadığım bir paket çikolatayı açıp masanın
ortasına bıraktı. Çikolatanın üzerinde
Rus harfleriyle yazılmış bir yazı vardı. “Allah Allah nereden almış ki bunu? diye
düşündüm. İlginçti. O sırada benim bakışlarımdaki meraka inat, gözlerinden
öz güven akıyordu. Yalnızlık duvarının daha önce hiç görmediğim bir yerindeki
kapısını açmış ve o an beni içeri buyur etmişti. Ve o anda konuşmaya başladı:
“Şey, merhaba.”
“Merhaba, Suç ve Ceza okuyorsun… Merak ettim seni aslında
ne yalan söyleyeyim, ondan geldim sanırım, bi de canım sıkıldı, çikolatamı
beraber yemek istemedim.” Gülümsedi kocaman.
“Sen de mi seversin Dostoyevski?” Yüzümdeki sırıtışa engel
olamıyordum. Konuşması, hareketleri, çayı tutuşu aynı bendi. Aynadaki yansımam
gibiydi. Aslında bir insanın kendi mimiklerini tanıması çok rastlanır bir şey
olmasa gerek ama konuşma şekli ve el kol hareketleri benimkilere çok benziyordu
işte, anlayın.
“Yani. Aslında çok sevmem. Yani severim de, psikolojisini
yazısına çok fazla yansıttığını düşünüyorum, bu da, bazen konunun özünü kavramama engelliyor. Üstelik
romanlarındaki ana karakterlerin psikolojik yapıları hemen hemen aynı. Bu da
Dosto’nun yazılarını kendi öznel psikolojisinden izole edemediğini gösteriyor.
Sence de öyle değil mi?”
“Aslında bir bakıma haklı olabilirsin. Psikolojisini her
durumda belli ediyor, yaşantısı, yaşadıkları, ailesi, her şeyini romanlarında
görebiliyoruz net bir şekilde. Ama ben bunu bazı durumlarda kasıtlı olarak
yaptığını düşünüyorum. Kasıtlı yapıyor, çünkü kendini ifade edebildiği tek yer edebiyat. Kasıtlı yapıyor,
çünkü yaşadıklarını anlatma ihtiyacı duyuyor. Kasıtlı yapıyor, çünkü belki de o
da benim gibi düşüncelerini, duygularını saklamakta başarılı değildir.”
Gülüştük. Gülerken gözlerindeki olgunluğu fark ettim. Ona
güveniyordum ve bu beni rahatlatıyordu.
“Yani, aslında haklı olabilirsin. Ben de duygularımı
saklayamam. Modern dünyanın laneti.”
“Neden modern dünya dedin ki, Dostoyevski de duygularını gizleyemiyordu ve 1800’lerde
yaşadı.”
“Belki de hala yaşıyordur, bilemeyiz ki.”
Kurnazca gülümsedi. Gözlerinde bu sefer bir şey saklıyormuş
gibi bir ifade belirdi. Güvensiz bir ifade. Bu beni biraz korkutmuştu. Merakla
karışık korkuyla baktım ona. Korktuğumu anlamış olacak, hemen şaka yaptığını
söyledi ve günlük, rutin konulardan bahsetmeye başladık. Okul, ev, hobiler,
kitaplar, cuma geceleri gidilen mekanlar, arkadaşlar… Bu zamana kadar nasıl
olup da tanışamadığımıza şaşırdığını, aslında beni her hafta gördüğünü söyledi.
“Ay, evet ben de seni sürekli görüyordum. Ortam olmamış
demek ki.” Utanıp yere çevirdim gözlerimi.
“Şimdi de yoktu ama yarattık.”
“Sen yarattın, ben değil.”
“Sen beni merakla süzmesen, Suç ve Ceza okuyan bu meraklı
kızı fark etmeden yanından geçip gidecektim. Sen beni süzmesen, çikolatamı tek
başıma yiyip daha fazla kilo alacaktım.”
“Fark ettin yani. Utandım şimdi.” Utanmıştım. Konuşamıyordum.
Onun rahat tavırlarıyla gelen uyum hâli yerini utangaç bir huzursuzluğa
bırakmıştı. Telaşlanmıştım.
“Çikolata güzelmiş!” iki kareyi birden ağzıma attım.
“Beğendiğine sevindim. Çocukluğumdan beri yerim ben bundan.”
O da iki kare attı ağzına.
Sempatik tavırları beni güldürmüştü. Rahatsızlığımı anlayıp
ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Laf aramızda çok içten ve tatlıydı. Artık daha
sakindim. Sanırım yıllardır konuşmadığım eski bir dostumu görmüşüm hissiyatı
vardı o an içimde. Bilmiyordum.
Günler geçtikçe okuldaki muhabbetimiz artıyordu. “Olum ruh
ikizimi mi buldum yoksa lan!” şeklindeki, her genç kızın ömründe en az 15 kere
içinden geçirdiği düşünceye kapılıp kendime geldim. Ben bu kadar zayıf bir
insan değildim, olamazdım. Aman tanrım yoksa ben aşık mı oluyordum!
Düşüncelerim beynimin içinde delicesine at
koştururken, beyin tabanım atların nallarından harap olmuş, acıyordu.
Her gün arkadaşlarımdan bir bahaneyle ayrılıp kantine ya da bahçeye iniyor, onu
ya yazı yazarken ya da bir şeyler okurken yakalıyordum. Sonradan öğrendiğime
göre roman yazıyormuş ama o konuda ser verip sır vermiyordu, kitap olayını da
laf arasında ağzından kaçırdı. Gözümde daha da ilginçleşmeye başlamıştı ve onu tanımıyorken
hissettiğimden daha büyük bir gizem yumağı haline gelmişti. Her hafta, tanıştığımız
gün masaya koyduğu o Rus çikolatasından getiriyordu, her hafta çarşamba günü.
Aslında çocukken yediği çikolatanın Rus çikolatası olması ve bunun Türkiye’de
satılması dünyanın en saçma şeyiydi. Bunu her soruşumda lafı döndürüp konudan
konuya atlıyordu. Günden güne bu huyu beni ifrit etmeye başlamıştı,
sıkılmıştım. Zaten sürekli Dostoyevski’ye karşı eleştiride bulunması beni gıcık
ediyordu. Sanki onu çok iyi tanıyormuş gibi ahkam kesiyordu ve bu çok saçmaydı.
Nereden tanıyorsun da ne konuşuyorsun bu kadar olumsuzca değil mi ama? Hiç sevmezdim
bilgiç insan. Bu insan düşünceleriyle düşüncelerimi sarmalayan insan olsa bile,
sevmezdim. O çokça düşünen bir insandı. Düşünen insanlar sadece kendilerini
eleştirirken, bu kadar acımasız olurlardı bence ve onun bu yaptığı saygısızlığa
giriyordu. Benim Dosto’yu ne kadar sevdiğimi bildiği halde bunu yapması kanıma
dokunmuştu kısaca. Fevriliğim devreye girmişti yine. Ondan sonraki birkaç hafta
görüşmedik. Ne yanına gittim, ne de selam verdim ona. Bilinçsizce bir hareketti
ondan uzaklaşmak, belki de yapmamalıydım, bilmiyordum.
Sonra okula gelmeyi bıraktı. Nedenini bilmesem de, onda beni
rahatsız eden şeylerin olduğunu itiraf etmeliyim ama onunla görüşememek beni
üzmüştü içten içe. Birbirimizin
telefonlarını filan da almamıştık. “Aşık mı oluyorum? Ruh ikizim mi lan bu
benim?!” şeklindeki “peri masalından çıkan, prensini bulmuş prensesmişim gibi
hissetme çabalarım” sonuçsuz kalmıştı. Genel anlamdaki bu hayal kırıklığı, tüm
bedenimi sarmış, kollarımı sivrisinek gibi ısırıp, beynimde tamiri imkanlı ama
kalbimde tamiri imkansız hasarlara yol açmıştı. Üzülmemeliydim. Unutacaktım
nasıl olsa. Sadece kollarımdaki ısırıklar canımı yakmaya başlamıştı işte. Hayal
kırıklıkları bazen sivrisinek ısırığı etkisi yaratabiliyordu.
Yağmurun gökyüzünden koşarcasına yeryüzüne indiği bir gün
okulun kapısından kendimi attım içeri. Islak kedi yavrusu gibiydim
diyemeyeceğim çünkü hayvan gibi ıslanmıştım, sucuk gibiydim, makyajım akmıştı. Sevimli
bir kedi yavrusundan çok uzaktaydım ve bok gibi görünüyordum. Azıcık
toparlanmak adına kapıdan içeri girer girmez tuvalete koşma çabalarım sonuçsuz
kalmıştı zira güvenlik görevlisi olduğunu düşündüğüm fakat daha önce hiç görmediğim
bir adam bana bir zarf uzatıp “Fyodor bunu size vermemi söyledi.” dedi. “Ay o
kim ki? Yanlışınız olmasın…” derken kantinden cam kırılmasına benzer bir sesin
gelmesiyle ödümün kopması bir oldu. Kafamı çevirmişim istemsizce. Kafamı
güvenlik görevlisine tekrar çevirdiğimde
yerinde yeller esiyordu. Elimde sarı bir zarfla kalakalmıştım öylece. Bakındım,
kimseyi bulamayınca da önce tuvalete gidip kendime çeki düzen verdim, sonra da
az önceki çılgın sesin geldiği kantine geçip bana verilen zarfı açmak için
kıyıda köşede bir masaya oturdum. Zarfın üzerinde Rusça bir şeyler yazıyordu.
“N'oluyo Allah'ım ya, bu ne gizem şimdi?!” derken zarfı açtım yırtmadan. İçinden
dörde katlanmış bir kağıt çıktı, okumaya başladım.
Beni daha tanımadan
sevmiştin. Biliyordum beni sevdiğini, hissediyordum. Sonra her şeyi gördüm. Yukarıdan. Bana olan inancını
gördüm. Ama ben yoktum yanında. Sen tanımadığın birini seviyordun sadece. Ya da
tanıdığını sandığın birini. Yalnızdın. Aslında adımı her söylediğinde
yanındaydım zaten. Ben Raskolnikov’dum. Romandaki aşkın. Ben Dostoyevski’ydim.
Evet, bildin, Raskolnikov bendim. Ama düşündüğün kadar mükemmel biri değildim
ben. Değilim. Kumarbazım, alkoliğim, depresifim, sorunluyum. Duygularımı
kontrol edemedim, edemiyorum. Edemediğim için geldim yanına, seni merak ettim neden
beni seviyorsun diye. Sadece merak ettim. Kontrol edemedim kendimi. Geldim işte.
Sevme beni. Biz seninle ayrı romanların kahramanlarıyız. Sevme beni. Sevme ki
üzülme. Dünya senin için daha yeni başlıyor, benim dünyam yok artık. Ben öldüm.
Hatırla beni sadece, hatta hatırlama bile, unut gitsin. Beş para etmez adamın
tekiydim ben. Hala öyleyim. Sevme beni ne olur.
Kendine iyi bak. Kendi dünyana dön. Mutlu ol Sonya. Beni unut ve mutlu
ol…
Fyodor’un…
O sırada gözlerimi açtım. Yeni doğan güneş yeni günün hüzünlü
geçeceğini haber verircesine karanlık bulutların arkasına gizlenmiş bana el
sallıyordu. İşareti aldığımı belirttim. Ama günüm kötü geçmeyecekti. Mutluydum
o an. Rüyamdan dolayı mutluydum. Ne rüyaydı ama! Raskolnikov Dostoyevski,
Dostoyevski Raskolnikov’muş, benim için gelmiş. Benim yanıma gelmiş. Ben ise onunla
tanışmış hatta ona aşık olmuşum falan. Gülümsedim. Odam soğuktu. Komodinin
üzerinde bir haftadır okuduğum emektar Suç ve Ceza’m, mağrur bir ifadeyle duruyordu.
Yavaşça kalkıp banyoya doğru giderken ayağımla bir kağıdı ezdim. Uyku sersemi
yarı kapalı gözlerle kağıdı alıp inceledim. “Raskolnikov” un bana yazdığı
mektuptu bu. Derin bir nefes alıp kağıdı kutsal bir kitapmışçasına, özenle
masama koydum ve banyoya gitmek için odadan çıktım. Hayat güzeldi karanlık
bulutlara rağmen.
Mak.
İyiydi Mak.
YanıtlaSilİyiden de öte ;)
YanıtlaSilWait for me, somewhere between reality and all we've ever dreamed
(göks)
Teşekkür ederim ikinize de :) Göks ;)
YanıtlaSil