19 Ağustos 2013

Raskolyevski

Onunla uzun süreden beri tanışmak istiyordum ama tanışamamıştım bir türlü. Neden ilgimi çekiyordu bu kadar, onda beni çeken neydi hiç bilmiyorum. Tanışmıyorduk, tanışamıyorduk. Onu tanıma isteğim sadece bir meraktı. Uzaktan gördükçe, hareketleriyle, mimikleriyle kendini belli ediyordu sadece. Sessizdi, mağrur yüzünde görmüş geçirmiş, olgun bir ifade vardı, kendine güvendiğini belli eder gibi yürüyordu ama içten içe korkak bir çocuk kadar hassas mizaçlı olduğunu anlıyordunuz. Sakince kafasını çevirip bulunduğum tarafa baktığında, meraklı gözlerimle karşılaşıp şaşırmıştı o gün. Sanırım bu zamana kadar kimse onunla iletişim kurmaya çalışmamıştı. Hiç iletişim kurmadığını söyleyemem. Arkadaşları vardı, o da herkes gibi yeri geldi mi gülüp eğlenen, yeri geldi mi ciddileşen sıradan bir insandı işte. Yine de etrafına bir yalnızlık hissi yaydığını söyleyebilirim. Bunu sezebiliyordum. Yalnız kalmak için, bir ipek böceğinin kozasını örmesi gibi ördüğü duvarı yıkmaya çalışıyormuş gibi hissedip utanmış, kafamı derhal yere indirmiştim. Kısa bir süre sonra onun tarafından, bana doğru gelen karartının varlığıyla, utancım daha da arttı. Acaba gelen o muydu? Eyvah! Rahatsız olmuştu bakışlarımdan! Kafamı kaldırmaya korkup, kucağımda kendine yer edinmiş olan Suç ve Ceza’nın “Raskolnikov’un histerik krize girdiği anları” okumaya başladım; fakat nafile, okuduğum hiçbir şeyi anlamıyordum. Karartı gittikçe yaklaşıyordu, o yaklaştıkça benim telaşım da artmaya devam ediyordu. Kalkıp hiç o tarafa bakmadan gitmekle, oturup bu anla yüzleşmek arasında kalmıştım. Gelen o ise, rahatsız olduğu için gelmesi muhtemeldi. Meraklı bakışlarım onu rahatsız etmiş olacaktı. Kalbim göğüs kafesimden fırlayıp, karşı masada yemek yiyip gülüşen arkadaş grubunun masasının tam ortasına kadar uçmak üzereydi.  

Karartı kuzeydoğu tarafımda durdu ve yumuşak bir ses bana “Oturabilir miyim acaba?” sorusunu sordu. Kafamı korkakça yukarı kaldırırken beynim tamamen durmuştu. Fizyolojik olarak bu mümkün mü bilmiyorum ama beynimin enerjisini telepatik güçlerle kalbime gönderip 5 saniyeliğine durduğuna yemin edebilirim. Kalbimse aldığı enerjiyle adeta yardırarak çılgıncasına çarpıyordu. Bu heyecana daha fazla dayanamayarak ona henüz bakmamışken, “Tabii, buyurun.” dedikten sonra onunla göz göze geldim. Okul dışında yeni tanıştığım insanlarla sizli bizli konuşma huyum bir yana, henüz onu tanımıyorken ona duyduğum saygı nedeniyle ona “siz” şekline hitap etmiştim. Gözleri gülüyordu; hatta kahkaha seslerini bile duyabiliyordum. Bana bakıp “Ne güzel kızmış lan!” diyorlardı, duyuyordum. Biliyordum o benim içimi görmüştü, beynimi, kalbimi. Yavaşça sandalyeyi çekip tam karşıma sakince oturdu. Daha önce fark etmediğim elindeki  iki bardak çaydan birini benim önüme koydu ve cebinden çıkardığı, daha önce adını hiç duymadığım bir paket çikolatayı açıp masanın ortasına bıraktı.  Çikolatanın üzerinde Rus harfleriyle yazılmış bir yazı vardı. “Allah Allah nereden almış ki bunu? diye düşündüm. İlginçti. O sırada benim bakışlarımdaki meraka inat, gözlerinden öz güven akıyordu. Yalnızlık duvarının daha önce hiç görmediğim bir yerindeki kapısını açmış ve o an beni içeri buyur etmişti. Ve o anda konuşmaya başladı:



“Şey, merhaba.”
“Merhaba, Suç ve Ceza okuyorsun… Merak ettim seni aslında ne yalan söyleyeyim, ondan geldim sanırım, bi de canım sıkıldı, çikolatamı beraber yemek istemedim.” Gülümsedi kocaman.
“Sen de mi seversin Dostoyevski?” Yüzümdeki sırıtışa engel olamıyordum. Konuşması, hareketleri, çayı tutuşu aynı bendi. Aynadaki yansımam gibiydi. Aslında bir insanın kendi mimiklerini tanıması çok rastlanır bir şey olmasa gerek ama konuşma şekli ve el kol hareketleri benimkilere çok benziyordu işte, anlayın.
“Yani. Aslında çok sevmem. Yani severim de, psikolojisini yazısına çok fazla yansıttığını düşünüyorum, bu da, bazen konunun özünü kavramama engelliyor. Üstelik romanlarındaki ana karakterlerin psikolojik yapıları hemen hemen aynı. Bu da Dosto’nun yazılarını kendi öznel psikolojisinden izole edemediğini gösteriyor. Sence de öyle değil mi?”
“Aslında bir bakıma haklı olabilirsin. Psikolojisini her durumda belli ediyor, yaşantısı, yaşadıkları, ailesi, her şeyini romanlarında görebiliyoruz net bir şekilde. Ama ben bunu bazı durumlarda kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorum. Kasıtlı yapıyor, çünkü kendini ifade edebildiği tek yer edebiyat. Kasıtlı yapıyor, çünkü yaşadıklarını anlatma ihtiyacı duyuyor. Kasıtlı yapıyor, çünkü belki de o da benim gibi düşüncelerini, duygularını saklamakta başarılı değildir.”

Gülüştük. Gülerken gözlerindeki olgunluğu fark ettim. Ona güveniyordum ve bu beni rahatlatıyordu.

“Yani, aslında haklı olabilirsin. Ben de duygularımı saklayamam. Modern dünyanın laneti.”
“Neden modern dünya dedin ki, Dostoyevski de  duygularını gizleyemiyordu ve 1800’lerde yaşadı.”
“Belki de hala yaşıyordur, bilemeyiz ki.”

Kurnazca gülümsedi. Gözlerinde bu sefer bir şey saklıyormuş gibi bir ifade belirdi. Güvensiz bir ifade. Bu beni biraz korkutmuştu. Merakla karışık korkuyla baktım ona. Korktuğumu anlamış olacak, hemen şaka yaptığını söyledi ve günlük, rutin konulardan bahsetmeye başladık. Okul, ev, hobiler, kitaplar, cuma geceleri gidilen mekanlar, arkadaşlar… Bu zamana kadar nasıl olup da tanışamadığımıza şaşırdığını, aslında beni her hafta gördüğünü söyledi.
“Ay, evet ben de seni sürekli görüyordum. Ortam olmamış demek ki.” Utanıp yere çevirdim gözlerimi.
“Şimdi de yoktu ama yarattık.”
“Sen yarattın, ben değil.”
“Sen beni merakla süzmesen, Suç ve Ceza okuyan bu meraklı kızı fark etmeden yanından geçip gidecektim. Sen beni süzmesen, çikolatamı tek başıma yiyip daha fazla kilo alacaktım.”
“Fark ettin yani. Utandım şimdi.” Utanmıştım. Konuşamıyordum. Onun rahat tavırlarıyla gelen uyum hâli yerini utangaç bir huzursuzluğa bırakmıştı. Telaşlanmıştım.
“Çikolata güzelmiş!” iki kareyi birden ağzıma attım.
“Beğendiğine sevindim. Çocukluğumdan beri yerim ben bundan.” O da iki kare attı ağzına.

Sempatik tavırları beni güldürmüştü. Rahatsızlığımı anlayıp ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Laf aramızda çok içten ve tatlıydı. Artık daha sakindim. Sanırım yıllardır konuşmadığım eski bir dostumu görmüşüm hissiyatı vardı o an içimde. Bilmiyordum.

Günler geçtikçe okuldaki muhabbetimiz artıyordu. “Olum ruh ikizimi mi buldum yoksa lan!” şeklindeki, her genç kızın ömründe en az 15 kere içinden geçirdiği düşünceye kapılıp kendime geldim. Ben bu kadar zayıf bir insan değildim, olamazdım. Aman tanrım yoksa ben aşık mı oluyordum! Düşüncelerim beynimin içinde delicesine at  koştururken, beyin tabanım atların nallarından harap olmuş, acıyordu. Her gün arkadaşlarımdan bir bahaneyle ayrılıp kantine ya da bahçeye iniyor, onu ya yazı yazarken ya da bir şeyler okurken yakalıyordum. Sonradan öğrendiğime göre roman yazıyormuş ama o konuda ser verip sır vermiyordu, kitap olayını da laf arasında ağzından kaçırdı. Gözümde daha da ilginçleşmeye başlamıştı ve onu tanımıyorken hissettiğimden daha büyük bir gizem yumağı haline gelmişti. Her hafta, tanıştığımız gün masaya koyduğu o Rus çikolatasından getiriyordu, her hafta çarşamba günü. Aslında çocukken yediği çikolatanın Rus çikolatası olması ve bunun Türkiye’de satılması dünyanın en saçma şeyiydi. Bunu her soruşumda lafı döndürüp konudan konuya atlıyordu. Günden güne bu huyu beni ifrit etmeye başlamıştı, sıkılmıştım. Zaten sürekli Dostoyevski’ye karşı eleştiride bulunması beni gıcık ediyordu. Sanki onu çok iyi tanıyormuş gibi ahkam kesiyordu ve bu çok saçmaydı. Nereden tanıyorsun da ne konuşuyorsun bu kadar olumsuzca değil mi ama? Hiç sevmezdim bilgiç insan. Bu insan düşünceleriyle düşüncelerimi sarmalayan insan olsa bile, sevmezdim. O çokça düşünen bir insandı. Düşünen insanlar sadece kendilerini eleştirirken, bu kadar acımasız olurlardı bence ve onun bu yaptığı saygısızlığa giriyordu. Benim Dosto’yu ne kadar sevdiğimi bildiği halde bunu yapması kanıma dokunmuştu kısaca. Fevriliğim devreye girmişti yine. Ondan sonraki birkaç hafta görüşmedik. Ne yanına gittim, ne de selam verdim ona. Bilinçsizce bir hareketti ondan uzaklaşmak, belki de yapmamalıydım, bilmiyordum.

Sonra okula gelmeyi bıraktı. Nedenini bilmesem de, onda beni rahatsız eden şeylerin olduğunu itiraf etmeliyim ama onunla görüşememek beni üzmüştü içten içe. Birbirimizin telefonlarını filan da almamıştık. “Aşık mı oluyorum? Ruh ikizim mi lan bu benim?!” şeklindeki “peri masalından çıkan, prensini bulmuş prensesmişim gibi hissetme çabalarım” sonuçsuz kalmıştı. Genel anlamdaki bu hayal kırıklığı, tüm bedenimi sarmış, kollarımı sivrisinek gibi ısırıp, beynimde tamiri imkanlı ama kalbimde tamiri imkansız hasarlara yol açmıştı. Üzülmemeliydim. Unutacaktım nasıl olsa. Sadece kollarımdaki ısırıklar canımı yakmaya başlamıştı işte. Hayal kırıklıkları bazen sivrisinek ısırığı etkisi yaratabiliyordu.

Yağmurun gökyüzünden koşarcasına yeryüzüne indiği bir gün okulun kapısından kendimi attım içeri. Islak kedi yavrusu gibiydim diyemeyeceğim çünkü hayvan gibi ıslanmıştım, sucuk gibiydim, makyajım akmıştı. Sevimli bir kedi yavrusundan çok uzaktaydım ve bok gibi görünüyordum. Azıcık toparlanmak adına kapıdan içeri girer girmez tuvalete koşma çabalarım sonuçsuz kalmıştı zira güvenlik görevlisi olduğunu düşündüğüm fakat daha önce hiç görmediğim bir adam bana bir zarf uzatıp “Fyodor bunu size vermemi söyledi.” dedi. “Ay o kim ki? Yanlışınız olmasın…” derken kantinden cam kırılmasına benzer bir sesin gelmesiyle ödümün kopması bir oldu. Kafamı çevirmişim istemsizce. Kafamı güvenlik görevlisine tekrar çevirdiğimde yerinde yeller esiyordu. Elimde sarı bir zarfla kalakalmıştım öylece. Bakındım, kimseyi bulamayınca da önce tuvalete gidip kendime çeki düzen verdim, sonra da az önceki çılgın sesin geldiği kantine geçip bana verilen zarfı açmak için kıyıda köşede bir masaya oturdum. Zarfın üzerinde Rusça bir şeyler yazıyordu. “N'oluyo Allah'ım ya, bu ne gizem şimdi?!” derken zarfı açtım yırtmadan. İçinden dörde katlanmış bir kağıt çıktı, okumaya başladım.

Beni daha tanımadan sevmiştin. Biliyordum beni sevdiğini, hissediyordum. Sonra  her şeyi gördüm. Yukarıdan. Bana olan inancını gördüm. Ama ben yoktum yanında. Sen tanımadığın birini seviyordun sadece. Ya da tanıdığını sandığın birini. Yalnızdın. Aslında adımı her söylediğinde yanındaydım zaten. Ben Raskolnikov’dum. Romandaki aşkın. Ben Dostoyevski’ydim. Evet, bildin, Raskolnikov bendim. Ama düşündüğün kadar mükemmel biri değildim ben. Değilim. Kumarbazım, alkoliğim, depresifim, sorunluyum. Duygularımı kontrol edemedim, edemiyorum. Edemediğim için geldim yanına, seni merak ettim neden beni seviyorsun diye. Sadece merak ettim. Kontrol edemedim kendimi. Geldim işte. Sevme beni. Biz seninle ayrı romanların kahramanlarıyız. Sevme beni. Sevme ki üzülme. Dünya senin için daha yeni başlıyor, benim dünyam yok artık. Ben öldüm. Hatırla beni sadece, hatta hatırlama bile, unut gitsin. Beş para etmez adamın tekiydim ben. Hala öyleyim. Sevme beni ne olur.  Kendine iyi bak. Kendi dünyana dön. Mutlu ol Sonya. Beni unut ve mutlu ol…
                                                                                                          Fyodor’un…

O sırada gözlerimi açtım. Yeni doğan güneş yeni günün hüzünlü geçeceğini haber verircesine karanlık bulutların arkasına gizlenmiş bana el sallıyordu. İşareti aldığımı belirttim. Ama günüm kötü geçmeyecekti. Mutluydum o an. Rüyamdan dolayı mutluydum. Ne rüyaydı ama! Raskolnikov Dostoyevski, Dostoyevski Raskolnikov’muş, benim için gelmiş. Benim yanıma gelmiş. Ben ise onunla tanışmış hatta ona aşık olmuşum falan. Gülümsedim. Odam soğuktu. Komodinin üzerinde bir haftadır okuduğum emektar Suç ve Ceza’m, mağrur bir ifadeyle duruyordu. Yavaşça kalkıp banyoya doğru giderken ayağımla bir kağıdı ezdim. Uyku sersemi yarı kapalı gözlerle kağıdı alıp inceledim. “Raskolnikov” un bana yazdığı mektuptu bu. Derin bir nefes alıp kağıdı kutsal bir kitapmışçasına, özenle masama koydum ve banyoya gitmek için odadan çıktım. Hayat güzeldi karanlık bulutlara rağmen.

                                                                                                                      Mak.


3 yorum:

  1. İyiden de öte ;)
    Wait for me, somewhere between reality and all we've ever dreamed
    (göks)

    YanıtlaSil
  2. Teşekkür ederim ikinize de :) Göks ;)

    YanıtlaSil

.