Karaları bağladım oturuyorum.
Aslında pek oturuyorum da denemez. Genelde yatıyorum.
Havanın anlık değişimi, herkes gibi beni de bir yaz heyecanına, bir saçmalamaya
sürükledi. Gün içinde kendimi 10 saat dizi izlerken bulduğum an -10 gerçek bir
sayı değildir, kendisi 9’dan yuvarlanmıştır- buna bir deyip, kendimi yatay
pozisyondan kaldırıp koltuğa geçmiştim ki, Beauty May Kill’in yazarlarından -ismini
vermiyorum, merak edin- olan arkadaşım aradı ve ettiğimiz sohbetin bir
bölümünde “müziğim bitti, ne dinlesem acaba?” cümlesini kurunca “tamam canım,
ben seni sonra ararım” deyip telefonu kapatıverdim. “Müziğim bitiyor.” ne demek,
böyle bir şey mümkün mü derken, fark ettim ki son zamanlarda ben de kendimi
tekrarlıyorum. Açıkçası bu olayın sebebini, müziğin “ara dönem” dediğimiz ve
benim hiç haz etmediğim anlarından kaynaklanıyor. Evet, hala her gün yeni bir şeyler
çıkıyor ama bunlar ya kısa tanıtımlar, ya da beni –bizi- hiç heyecanladıramayan
olaylar.
Birinci paragrafı esas olaya bağlamama az kaldı.
Anlık bir korku ile denize düşenin yılana sarıldığı gibi hemen
iTunes’a sarıldım. Baktım, ne dinliyorum son zamanlarda diye. Sonuç ise kendini
tekrarlayan şarkıcılar ve şarkılar. Hemen kulaklığımı buldum, kahvemi elime
aldım, sigara paketini de gözümün görebildiği bir noktaya iliştirdikten sonra gelsin
yeni müzikler.
Karşıma bir arkadaşım vasıtasıyla henüz dün öğle
saatlerinde karşılaştığım Jamiroquai çıktı. Dün öğlen Kordon’da –evet, burası Kordon’da
güneşin batışına karşı oturup birasını yudumlayamayanlar adına biraz üzücü- arkadaşım ile otururken duyduğum ve bir anda “bu
da ne?”, “kim bunlar?”, “nasıl bir tarz bu?” diye ağzımdan çıkan cümleleri
durduramadığım Jamiroquai grubundan bahsedeyim.
Jamiroquai ile aramızda olan şeyin adı kesinlikle ilk görüşte
aşk. Nasıl güzel bir “funk’n bass”. Grup aslında çok eskilere dayanıyormuş ama
ben daha yeni akıllanıp fark edebilmişim. Jason Key tarafından 1992’de kurulan
grup, günümüze gelene kadar grup elemanı değişikliğini tecrübe etmiş olmasına
rağmen çoğu grubun aksine neredeyse hiç hasar almamış.
Gerekli araştırmayı, okumayı yaptıktan sonra gönül rahatlığı
ile diyebilirim ki “Allah da benim belamı versin”. Bu kadar iddialı konuşuyorum
çünkü adamlar gerçekten çok iyi. Uzun zamandır, beni bu denli heyecanladıran bir
olay olmadığı için Jamiroquai’yu hemen tüketmek istemiyorum. Grubu keşfe, kendi
adıma 2001 yılında piyasaya çıkan “A Funky Odyssey” ile başlamıştım fakat grup hakkında birkaç yazı okuyunca, A Funky Odyssey albümünün yanına “Live in Verona” konserini de eklemem gerektiğini öğrendim. Sebebi ise oldukça katı ve sert: Bu konseri
izleyemenleri Jamiroquai dinleyicisi olarak saymıyorlarmış.
İlk olarak albümden bahsedeyim. Evet, dün ilk kez dinlerken
bir heyecan, bir kıpırdanma olmuştu ama böyle bir şey beklemiyordum fakat albümün ilk şarkısı “Feel So Good” ile
kulaklarımın birleştiği an, temizlik malzemeleri reklamlarında her yer
temizlendikten sonraki parlamayı gördüm., hatta parlamayı duydum.
Albümün genel
konsepti disco, funk, electronica, dance ve jazz.
İlk şarkı Feel So Good, mükemmel bir açılış şarkısı. Şarkı, 1. dakikaya kadar tek düze ve insanı sürükleyen bir ritim ile devam ederken, “feels
good and it feels so good” sözleri ile başlayan elektronik yapı ile beni iyice
havaya sokuyor. Şarkının ortalarına geldiğimde ise kendimi dans ederken
bulduğum ise yadsınamaz bir gerçek.
Albümün ikinci şarkısı ve ilk single’ı olma özelliğini
taşıyan Little L şarkısı ise ilk saniyeden funk melodileri ile dolu.
Altyapıda ise tekrarlanan gitar ile şarkı insanı hemen yakalıyor ve “catchy”
denen tabirin ağababası oluyor. Tabii, benim de favorilerimden birisi.
You Gave Me Something şarkısı ise beni bitiren nokta.
Albümü ilk kez dinlerken, bu şarkıyı tekrar tekrar dinlemekten ilerleyemedim.
Hani şarkının sözleri, söyleniş biçimi, bağımlılık yapan müziği o kadar güzel
ki, gerçek dışı olduğunu filan düşünmeme sebep oldu.
Çoğu Jamiroquai dinleyicisi gibi Corner of the Earth şarkısı
benim için de ayrı bir olay. Hint müziğini andıran melodiler ile başlayıp funk
müziğe dönen müziği ile özel şarkılar kategorisinde. Sözleri de bir o kadar
tatlı, masum ve sakin. Şarkının klibi ise dillere destan olacak denecek
derecede güzel olsa da yukarı bahsettiğim Live in Verona performansı çok başka.
Şarkı ile bütünleşen doğa ananın yağmuru başlatması ile akıllarda kolay kolay
silinmeyecek anlar başlıyor.
Albümde takılı kaldığım bir başka şarkı da Love Foolosophy.
Adının güzelliğinden yeterince etkileniyorken, müziği ile beni kendimden
geçiriyor. Yine funk, yine dans. İzmir’de insanı güzelce dans ettirecek bir
mekan eksikliği yaşadığım için bu şarkıyı alıp her yere dağıtmak istiyorum. “Saçma
sözler olmadan, deli gibi terlemeden ve tepinmeden de dans edilebilir” olayının
en güzel örneklerinden.
Main Vein şarkısı ise mükemmel girişi ile beni hemen etkisi
altına almayı başarıyor. Şarkı, sözü ve müziği ile insanı gaza getirmekte bire
bir. Sanki bir kovalamaca içindeki, hem kovalayan hem de kovalanan oluyor
insan. Şu sözler ise her şeyin güzel bir özeti:
I wanted just to do my thing
I wanted just to make my life have that swing
and feel so good
But all they wanna do is mess with my
mind
Fark ettiyseniz yukarıda öve öve bitiremediğim “Live in
Verona” konseri hakkında fazla konuşmadım, konuşmayacağım da fakat o kadar da
kötü kalpli değilim diyerek size en sevilen performanslardan olan Bad Girls
şarkısı ile baş başa bırakıyorum. Eğer Jamiroquai sizde de bende bıraktığı
heyecanı yaşatırsa konseri hemen izleyin derim. Yazı burada bitti. Hadi gidin
ve biraz dans edin.
P.s. : Bu güzel insanlar ile beni tanıştıran güzel "abla", teşekkürler.
Kaan Kızılırmak
"abla"nız bir taneymiş. bu güzel yazı için tebrik ediyorum. harika adamlar bunlar.
YanıtlaSil