30 Nisan 2014

Ağzından Bal Damlayan Grup: The Honey Trees

Gözde Sarıhan
Indie May Kill

Karma grupları çok seviyorum. İçinde hem kadın hem erkek sesi duyabildiğim grupları. Belle And Sebastian vardır mesela; o meşhur indie film 500 Days of Summer ile duymayanın kalmadığı gruptur BaS. “The Boy with The Arab Strap” şarkılarını bilmeyen indie müzik dinleyeni yoktur nitekim.  Solistler dönüşümlü olarak seslendirirler şarkılarını bazen de beraber seslendirirler. Müzikleri sözleri üstüne bir de vokalleri ile etkilerler dinleyenleri. Mesela Arcade Fire da öyle. İlk dinlediğimde iki vokalli olduğunu duyunca heyecanlanmıştım hemen. “The Suburbs” albümleri Yılın En İyi Albümü Grammy Ödülü’nü alırken, haklı bir gururla sevinmiştik hepimiz. Bir de daha öncesinde size bahsettiğim The Civil Wars var. Onlar da Grammy’li; herkesin onları çift sanmasına sebep olacak kadar da uyumlu bu duo-grup.


(Yukarıdan aşağı; Belle and Sebastian, Arcade Fire, The Civil Wars) 

Bu ay öylesine müzik sitelerinde gezerken üstte anlattığım gruplar gibi bir duo grup buldum. The Honey Trees. İsimleri de müziklerini anlatıyor; bal gibi grup. Dream-pop diyor otörler genelde bu tarza. Gerçekten de rüya gibi bir müzik yapıyorlar. Bu ara yağmurlar var İzmir’de; açıp açıp dinliyorum ben de onları. Fona o kadar güzel yakıştılar ki anlatamam. Bu yazıyı okurken yağmura denk gelirseniz sesi biraz daha yükseltip hemen pencerenin kenarına geçin. “Aman çok hipster olduk, kahvemiz battaniyemiz nerede?” diye sitem edenleri duyuyor gibiyim; hipster olmaya değecek inanın bana.


2008 doğumlu The Honey Trees. Öylesine gençler. Şarkıları Becky ve Jacob’tan dinliyoruz. Sesi güzel olan bir kişiden daha iyi olan bir şey varsa o da sesi güzel olan iki kişi. Becky bana The Civil Wars’tan Joy Williams’ı hatırlatıyor çoğu zaman; Jacob ise hepinizin bildiği ya da duyduğu Starsailor’un solisti James Walsh’u anımsatıyor dinlerken. Ama bu benzerlikler kulağa gelişle alakalı yoksa kıyaslamak gibi bir durum olamaz benim için ne The Honey Trees’i ne de Starsailor ile The Civil Wars’u. Starsailor demişken; Alcoholic’i dinlemeden geçmeyin derim eğer hiç duymadıysanız. 

24 Nisan 2014

Music May Kill Yaz Şarkıları

Kaan Kızılırmak
Music May Kill



23 Nisan 2013 Çarşamba günü, Life May Kill, Fashion May Kill ve Words May Kill olarak çok uzun zamandır birlikte yapmayı unuttuğumuz “dışarıda kahvaltı“ olayını gerçekleştirdik. Evin sokak kapısından çıktığımız an ise acı-tatlı sonuçlara sahip olan gerçek ile yüzleştik. Yaz gelmiş. Hani o; geceleri bizi uyutmayan, vantilatör bir daha bana ne zaman döneceği düşündüren, ağustosa doğru kendi derini tanıyamadığın, doğru düzgün yemek yiyemediğin ama kısacık şortlar, t-shirtler giydiren, hayata garip bir enerji getiren, çiçeklerin böceklerin etrafta fink attığı yaz ayları başlamış.

Duyulan geçmiş zaman kullanıyorum çünkü yaklaşık iki haftadır vize dönemi içinde boğulan bir insan olarak sokakta neler olmuş, neler bitmiş hiçbir fikrim yoktu. Ama bana hiç üzülmeyin çünkü sınav sonuçlarım arasında 100 almalı sonuçlar filan var. Bu başarımda ise en büyü rolü müzik oynuyor. Takvimde iki hafta olarak gözüken vize dönemi bana en azından bir aylık bir işkenceyi anımsatsa da müzik sayesinde yılmadım, yorulmadım. Tabii ders çalışırken de öyle her şey dinlenmez, dinlenemez. Ben de kendime az ama öz bir liste oluşturup defalarca aynı şeyleri dinledim.

Bugün de sıcacık, tavşan kanı çayımı yudumlarken kulağıma aşina bir ses, bir tını çalındı ve biraz dikkatle kulak verdiğimde ise listemdeki şarkıyı duydum ve listenin aslında ne kadar “yaz“ olduğunu fark ettim. Kahvaltımı bitirdim, sigaramı içtim, eve dönüşte pazara uğrayıp Life May Kill’e çanta, kendime de çorap aldırttıktan sonra hemen oturdum bilgisayarın başına ve olaylar gelişti.

Ve şimdi size içinde, kitap okurken kulağınızda hafif hoşluklar bırakacak şarkılardan başlayıp sahilde kulaklığınızı takıp kendi dünyanıza yaptığınız yolculuğa uğrayıp, en son plaj voleybol oynarken arada dans ederek kendinden geçme ile sonlanacak listeyi paylaşıyorum.  

19 Nisan 2014

Gözlerim Kimi Gördüler

Sis Atma T.Ç.
Photography May Kill

Aslında şimdiki yazının tamamen çıplaklık; memeler, pipiler üzerine olması gerekiyordu. Ama sonra hepimizin günde yüz elli sekiz kere yaşadığı "ay şu çocuğa bakayım, aa bu kız kimmiş ki yanında, e bu kızın yanındaki çocuk kimle evli, yuhh o benim ilkokul sıra arkadaşım Fatmanur değil mi, ÖÖEEEH 3 çocuk mu yapmışlar?, yaaaa ikincisi çok tatlıymış" gibi; ya da ne bileyim işte "lan Arif'in Menchester'a attığı golü arıyodum nereye geldim amk" tarzında savrulduuuum ve geldim Gezi Parkı'na ordan seçimlere falan feşmekan. Geçtiğimiz o kadar ayda her gün belki yüzlercesini görüp, her ne görüşten olursak olalım ya da her ne kadar hiçbir görüşten olmayalım, iyi ya da kötü etkilendiğimiz bir fotoğrafın ucuna kadar geldim. Şu an önümde duran yaklaşık 150 fotoğraftan sadece aşağıdakilerin olmasının sebepleri, ya hepsine istediğim zaman bakabileceğim "şöyle" bir yer bulamadığım, ya unutmak istemediğim, ya hatırlatmak istediğim, ya da vs vs. Aşağıda olmamalarının sebepleri de tamamen yer sıkıntısı. (Fotoğrafı çeken kişinin ismini bulabildiysem ekledim, bulamadıklarım da var, eğer bilen varsa yorumlara lütfen eklesinler, anonim kalmasın.)

Şöyle mi başlamıştı;

 Osman Orsal-  'kırmızılı kadın'

Dünya çapında yer etmiş bir fotoğraf olarak herkesin beyin kıvrımlarına kazındı tabi.
           
Sonra belki çok da sırasıyla değil ama şunları hep gördük;

8 Nisan 2014

İran'dan Gelen Olası Türkiye Senaryosu: Circumstance

Deniz Gül
Cinema May Kill

Düşünüyorum.

BUNDAN SONRA NASIL YAŞAMALIYIZ?

Mesela çok içimize kapalı ve bireysel mutluluk arayışlarıyla mı? Hani şeriat gelse, çarşafa bile girsek aman be biz mutluyuz evimizde diyebilecek gibi mi yaşamalıyız? Anlayamıyorum ben. 

NASIL YAŞAYACAĞIZ?

Gitmeye mi çalışacağız? Bizden önceki jenerasyonlar da mı böyle düşündü onlara da mı daha kötüsü olamaz gibi geliyordu ve onlarda mı gitmek isteyip ama aynı zamanda kalmak da istiyorlardı? 

DÜŞÜNÜYORUM.

Mesela gittim başka bir ülkeye. 15 yıl geçti üstünden belki de. İşe gideceğim sabah telly’de (İngiltere'ye gitmişim) uluslararası haberleri de gösteren bir kanal açık. Türkiye ile ilgili bir haber doluyor kulağıma. Oh sonunda şeriatı getirmiş bizimkiler. Gençler sokağa dökülmüş Taksim yine karışmış. Falan. Yine çok üzülürüm. Uzakta olmama rağmen üzülürüm. En çok da bu acı zaten. 

Türkiye nesnesini çıkarırsanız eğer bu metin aslında bir filmin tanıtımı. 2011 yılında vizyona giren Amerika - Fransa - Iran ortak yapımı bir filmin iskeleti. Düşündüklerimizi şimdi birebir anlatan bir "durum" yoktur sanıyorsunuz değil mi? Circumstance filmi bizim geçmişimiz şimdimiz ve geleceğimizi özetliyor aslında. Sundance Film Festivali İzleyici Ödülüne layık görülen filmi geçtiğimiz ay izlemiştim. Film bittiğinde korkmuştum, sanki kötü bir şey yapmışım ardından suçum ortaya çıkmış ve çok çok az sonra yüzleşmek zorundaymışım hissi uyanmıştı. Suçlu hissediyordum. 

3 Nisan 2014

İyi O Zaman, Ben De Kendimi Durdurmuyorum!

                                                                                                                                 Mak.
Book May Kill
İyi O Zaman, Ben de Kendimi Durdurmuyorum!


Zorlu hayat koşulları sebebiyle, yine uzun bir aradan sonra yazabiliyorum bir tanecik köşeme. Kitap da okumuyorum, okuyamıyorum, dikkatimi toparlayamıyorum. Beni mutlu eden şey sayısı her ne kadar artsa da bu dönemde, yine de kitap okuyamamak ve yazı yazamamak beni hal ve hareketlerimden soğuttu, “Allağm neden okuyamıyom, yazı yazamıyom!” moduna soktu. Okula giderken okumayı planlayıp yanıma aldığım kitap adları değişti zamanla, 10 sayfa okuyup bıraktım onları da. Sanırım tek bir şey değişmedi bu dönemde hayatımda, o da Perşembe günleri sabahın köründe aldığım ve aldıktan sonra her sayfasını bayılarak okuduğum Uykusuz Dergisi. Dikkatimi toparlayamayıp elime aldığım her kitabı, okuma aşamasında hayallere dalıp, hayal ettiğim hiçbir hareketi gerçekleştirememem üzerine üzüntülü ve kahırlı anlar yaşadığım günlerde, genelde çekingenliğim ve ben, beraber Uykusuz’u okuyup keyiflendik. Çekingenliğim nedeniyle gerçekleştirmekte zorlandığım sevimli hayallerimi denize atıp, kulağımda Red Hot Chili Peppers’ın boşvermiş tınıları ile dergimi okumaya devam ettim genelde. “Aslında çizerler de çekingen insanlar, baksana ne kadar utangaçlar ehe” şeklinde, kendime pay çıkarıp, “Tamam o zaman yae!” modundaki alakasız boşvermişliğim de çekingenliğimle benim yanıma geldi koşarak ve üçümüz keyifle vapurdan inip okula gittik, giderken de kedi köpek sevdik Beşiktaş sokaklarında. Artık hayat daha kolay hale gelmişti; çünkü yazarlar ve çizerler de çekingen insanlardı. Uykusuz’un üzerimde nasıl bir etkisi var anladınız mı şimdi? Bence anladınız… Bu sadece bu dönem için geçerli tabi ki, biz Uykusuz’la lisede ne anılar yaşamıştık, haberiniz yok. Kahve eşliğinde lisedeki en yakın arkadaşım ve ben, elimizde Uykusuz’la birbirimize karikatürleri, yazıları göstere göstere, anıra anıra gülerek okurduk dergiyi. Allah’ım ne güzel günlerdi demekten kendimi alamıyorum, zamanın koşturarak hareket etmesi beni çileden çıkarıyor.


Saçma bilinçaltım, kişilik özelliklerim ve anılarımla da sizi tanıştırdıktan sonra, sadede gelelim. Uykusuz Tanıtım Günleri yapmıyoruz bugün. Bugün sizi kendi hazırladığım amatör sorularımla röportaj yaptığım, Uykusuz’un “kendimi durduracak değilim.” ve “Kaç Yıl Oldu?” köşelerinin yazarı Fırat Budacı ile buluşturacağım! Kendisi “kendimi durduracak değilim 1” ve “kendimi durduracak değilim 2” olmak üzere yazılarını derlediği iki kitaba ve insanı şaşkınlığa uğratan detayları içeren “Kaç Yıl Oldu?” kitaplarına sahip olmasının yanında, aynı zamanda bir diş hekimi. “Bunları biliyoruz, röportaj lütfen!” dediğinizi duyuyor ve sizi Fırat Bey’le baş başa bırakıyorum.

.