M.B.O.
Art May Kill
Bir tanecik arkadaşım Indie May
Kill yazarı Gözde, kuaför çıkışı fotoğrafını attığı anda kalbimde yumuşacık bir
şey hissettim. Yeni saçlarıyla Gözde, çok güzel olmakla kalmamış, bir de çok
sevdiğim, çok özlediğim birine benzemişti. Fotoğraf #artmaykill etiketiyle Instagram'a
düşünce, size kalbimin yumuşak yerinden bahsetmek de bana düştü. Bir öyküye yer
vermeyeli uzun zaman olmuştu. Ben bu öyküyü anlattığıma mutluyum. Umarım siz de
okuduğunuza pişman olmazsınız.
Dünyanın En Güzel Kadını
O yıllarda üç şeyden korkuyordum.
Birisi iğne olmak, diğeri annemle babamın boşanması ve tabi ki Allah. Ve tam da
o günlerde başım büyük beladaydı. Feci halde öksürüyordum ve bizimkiler bir
hafta kadar önce feci bir kavga etmiş, aile yaşantımızın çoğuna hükmeden küskün
bir sessizlik evimizi kaplamıştı. Ve sanıyorum hatırlamadığım bir günah
işlemiştim zira Allah; “Lütfen barışsınlar, Allah'ım yalvarırım boşanmasınlar.”
diye başlayan ve yirmi üç yaşımda bile tasvir etmekten utandığım arabesk bir
havada seyreden, gözü yaşlı dualarımı kabul etmiyor gibiydi. O günleri hep
ayılmakta olan birinin gözünden anımsarım. Hiç bayılmadım. Dolayısıyla da
ayılmadım hiç ama hani filmlerde olur ya... Göz yakıcı bir beyaz parlaklığın
içinde beliren bir silüetle geri gelir görme yetisi. İşte bizim evimiz de
uzaktan bakınca öyle görünüyor gözüme. Göz yakıcı bir beyaz sessizliğin içinde,
cıvıldayan yavru bir kuş sesidir benim silüetim.
Gündüzler çok güzeldi o zamanlar.
İlgimi çekmeyen derslerde, şu boşanma işini düşünerek ağladığım bir tuvaletim
olduğunu inkar etmeyeceğim. Ama yedi yaşında bir çocuk olarak, pek çok şey de
ilgimi çekiyordu. Bir kere çok başarılı bir öğrenciydim. Öğretmenim beni çok
seviyordu. Öyle ki bir defasında “Sen olmasan biz ne yaparız?” demişti bana.
Kardelen ağlamıştı. Kardelen, saçlarını iki yandan ören, beyaz kurdeleli
tokaları olan bir kızdı. Ara sıra kampüste görüyorum Kardelen'i. Hiç
selamlaşmıyoruz. Neyse, pek çok şey ilgimi çekiyordu diyordum, evet. Sınıfta üç
tane sarışın çocuk vardı. Her gün birine aşık oluyordum. Ara sıra da karşı
komşumuzun oğluna aşık oluyordum. Onu daha az gördüğüm için, daha az aşık
oluyordum ona. Ama o esmer olduğu için de şiddetli oluyordu aşkım. Çok güzel
oyunlar kuruyor, saatlerce sıkılmadan oynuyordum. Kitap okumaya bayılıyordum.
Çizgi filmlere tapıyordum. Okul çıkışı dedemlere gidiyor, çok sevilmenin bokunu
çıkarıyordum. Eğer babaannemin yeşil mercimek çorbasını tatmış olsaydınız, sırf
bu lezzetin bile insanı tüm dünyevi acılardan arındırabileceğini bilirdiniz
tabi.
Ama akşamlar... Akşamlar öyle
miydi? Ödevlerimi babamın sıkı kontrolü altında, annem gelecek telaşıyla,
odamda yapardım. Durmadan karnım burulur, içim burkulurdu. Sonra annem gelirdi.
Saatlerdir babama düzenlediğim kendini zorla sevdirme turlarını bu kez ona düzenlerdim.
Onları meşgul tutmaya çalışırdım çünkü. Akşam yemeği saatine kadar da işe
yarardı.
Evimizde pek çok oda vardı evet,
ama yemek saatinde herkes mutfaktaydı. İstisna yoktu. Ve o bembeyaz mutfakta
insanları daha da sinirlendiren bir şey vardı. Benim çorbam soğusun diye
tabaktan tabağa aktarılırken başlardı gerilim. Çünkü bu işle annem
ilgilenirken, babam çorbasını içmeye koyulurdu. Babamın yemeğe başlamak için
annemin gelmesini beklememesinin ayıp olduğunu biliyordum tabi. Ama sanırım
annem daha çok babamın çorba içerken çıkardığı seslere öfkeleniyordu.
Fhüüüüüürp... fhüüüüürp...
Aklınız varsa çorbanızı hızlı
hızlı içerdiniz. Zira sonraki yemeklerin masa üzerinde kalabilme oranı çok
düşüktü. Benim favorilerim annemin kulağında patlayan yoğurt kasesi ve
tavandaki etli biber dolmasıdır.
Size bir şey söyleyeyim mi?
Sorunlu bir aileyseniz ve daha fazla kavga istemiyorsanız, diğer mutlu ailelere
özenip “Akşam yemeğinde bütün aile bir arada olmalıdır.” gibi haltlara gönül
vermeyin.
Sonra benim akşam sporum başlardı.
Oturma odasında yaşayan babama ve salonda ikamet eden anneme düzenlediğim
ziyaretler... Çeşitli ayak oyunları: “Gizlice” ağlarken yakalanma
denemeleri. Komşu cepheden duyulmayacak biçimde, kısık sesle geçirilen sinir
krizleri, türlü çeşit duygu sömürüsü... Hiçbiri işe yaramaz, müzakereler
sonuçsuz kalırdı tabi. Hani böyle kocaman, ıslak gözlerle kedi gibi bakıp
sevgilisine istediğini yaptıran kızlar var ya. Ben küçükken bile onlardan
değildim korkarım. Besbelli bakamıyordum kedi gibi, zira akşamımız daralan
annemin beni koltuğunun altına sıkıştırıp yatmaya götürmesiyle sonlanıyordu.
Uyuduğumu sandığı anlarda kulağıma ikimiz için bir dünya kuracağını, her şeyin
çok güzel olacağını fısıldıyordu. Annemden nefret etmeye başladım. İki kişilik
bir dünya duyduğum en yalnız fikirdi. Bütün gücümü annemi duymamaya çalışmaya
harcarken yorulur, düşlerimde hep gündüzleri görürdüm.
Özetle “akşamlar bir roman gibi
biterdi, Jezabel kan içinde yatardı”.
....
Yine günlerden bir gündü. Günün
bütün eğlencesini tamamlamıştım. Bilirsiniz okul bitmişti. Ve ailemin yaşlı,
edebilecekleri bütün kavgaları yıllar öncesinde etmiş yani halihazırda barış
içindeki bireyleriyle geçirebileceğim sürenin bir kez daha sonuna gelmiştim.
Yeşil boyalı apartmanın yanına babamın arabasının yanaştığını işittim. Her
zamanki mide taklasıyla çıkardığı gürültüden tanıdım. Birkaç bebek ve plastik
çay takımını devirerek pencereye koştum. Maalesef yanılmamıştım. Perdenin
aralandığını görünce kornaya basıp el salladı. Ben de onu gördüğüme çok sevinmiş
gibi el salladım. Babaannem atkımın gözüm haricinde hiçbir yerimi açıkta
bırakmadığından emin olunca “kuzummm” diye koklayarak öpüp gönderdi beni. Keşke
evim burası olsaydı ve gitmek zorunda olmasaydım. Keşke babaannem annem
olsaydı.
Evimize gittiğimizde bizi yine
temizliğin kokusu karşıladı. Önlüğümü çıkarıp astım. Babam televizyonu açtı.
Çantamdan Türkçe kitabımı çıkardım. Babam kumandayı aldı. Sandalyeme oturdum.
Babam kanepeye uzandı.
Ödevlerim bitti. Şükür, o gün de
“Okuduğumuzu Anladık Mı?” sorusuna göğsümü gere gere “Evet” diye cevap
verebildim. Annemin henüz gelmeyişini ödevimin az oluşuna verdim. Gidip biraz
babamın kucağına yattım. Biraz İngilizce konuştuk. “Açım.” dedim İngilizce. O
da “Annen birazdan gelir” dedi. Uyumuşum. Uyandığımda hava karanlıktı. Bir
başka kavga sırasında fırlatılmış, çalışmaya devam etmesi için ahizesinin
altına bir düğme bantlanmış kırmızı telefonumuzla konuşan babamın sesini
duydum. “Ha anne, Sevgi orda mı? ... Ha yok, daha gelmedi de, oraya mı uğradı
dedim. ... Tamam bir işi çıkmıştır, tamam. ... Tamam ararım onu da. Hadi siz
merak etmeyin, ararım ben gelince.”
Sonra babam halamı aradı. Tıpatıp
aynı konuşma geçti aralarında. Ağzım kurumuştu, yattığım yerden doğruldum.
-Baba, annem nerde?
-Gelir şimdi babam, bi yere uğramıştır.
Bi işi çıkmıştır.
Bir şey demedim. Ama babamın
yüzü, ağzından çıkanları onaylayamıyordu. “Senin karnını doyuralım.” dedi ve
mutfağa yöneldi. Kupkuru ağzımdan tamama benzer bir şey çıktı. Amaçsızca yatak
odasına gittim. Yatağa oturdum. Boğazım yanıyordu. Sımsıcak gözyaşları
dizlerime düşmeye başladı. Annem gitmişti. Gitmişti. Bizi terk etmişti.
Kalbimde hiçbir şüphe yoktu. Birden o bir kişi olmadan, yalnızca ona sahip
olmaktan çok daha yalnız olacağımı kavradım. Babamın mutfakta yemek hazırlıyor
olmasının da etkisiyle hayal gücüm durduramadığım bir biçimde çalışmaya
başladı. Annem olmadan, bin perişan olduğum, babaannemin bana baktığı yahut
babamın başka bir kadınla evlendiği, otuz Yeşilçam filmine yetecek malzeme
beynime hücum etti. Annem gitmişti. Sadece babamı değil, beni de bırakıp
gitmişti. Son günlerde ona kızdığımdan, babamın odasında daha çok vakit
geçirmiştim. Şimdiyse bir daha onu göremeyecektim. Çok pişmandım. Pişmanlık
içimi yakıyordu. Babam duymasın diye sessiz sessiz ağlıyordum. Annemin dolabını
açtım. Giysilerine sarıldım. Dayanılmaz güzel kokuyorlardı. Kapağı kapattım.
Belki beni arardı. Bir süre geçince, yanına almak için, görmek için en azından.
Banyoya gittim. Aynanın önünde parfüm şişesini gördüm. Kokladım. Bir daha bu
kokuyu annemin boynundan çekemeyecektim. O kadar çok ağlıyordum ki önümü
göremiyordum. Kendi odama gittim. Yatağıma uzandım. Her gece yanıma uzandığı
için yastığım da annem kokuyordu. Sımsıkı sarıldım. Bir koca terk edilmişlik
ağladım yastığıma. Okuduğumu daha iyi anlıyordum şimdi. Burnunun direği
sızlamak deyimi, özlemle acı çekmeye kokusundan başlamakla ilgiliydi.
Birazdan babam seslendi.
Gözyaşlarımı sildim. Mutfağa gittim. Sahanda yumurta pişirmişti babam, birkaç
kahvaltılık özensizce mutfak masasındaydı. Oturdum. O da oturdu. “Ye babam.”
dedi. “Çatal yok.” dedim. Çekmeceye uzandı. Bana bir çatal verdi. Büyük bir
çatal. Oysa ben hep küçük tatlı çatalıyla yerdim. Annem bilirdi. Dayanma
eşiğimi bir çatalla aşmıştım. Tam kendimi daha fazla tutamayacağımı anladığım
ve bağıra bağıra ağlayarak babamın kucağına atlamaya hazırlandığım an kapıda
bir anahtar sesi duydum. Babamla hiç düşünmeden, sandalyelerimizden paldır
küldür kalktık. Babam mutfak kapısında durdu. Ben de babama çarpıp durdum.
Kaşlarını çatmış annem paltosunu asarken bağırıyordu
- Neredesin sen ya? Neredesin?
Sana demedim mi kuaföre gidicem o soğukta beni minibüsle uğraştırma, gel al
diye? Niye gelmiyos…
Babam kocaman adımlarıyla
portmantoya yürüdü. Anneme sarıldı. Kocaman sarıldı.
-Çok güzel olmuşsun!
Mutfak kapısında durup babamın
annemin kokusunu içine çekişini izledim. Herhalde onun da burnunun direği
sızlamıştı. Annem şaşkın ve mahcup gülümsedi. O akşam buz gibi ve fazla tuzlu
yumurtayı yedik hep birlikte. Ve annem sarı sarı ışıldayan saçlarıyla dünyanın
en güzel kadınıydı. Bizi asla terk etmezdi.
I like that
YanıtlaSilAY YABANCI TAKİPÇİ! THANK YOU!
SilO kadar güzel bir yazı ki, okumak beni hem hüzünlendirdi hem bir umutlandırdı. Çok güzel. Art May Kill hep çok güzel ama bu en ama en güzeli oldu.
YanıtlaSilNot: Bunu en sonda fotoğrafım yer aldığı için demiyorum. Aksine böyle bir hikayeye sebep verdiğim için onur duydum.
ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM. HEM SEBEP OLUŞUNA, HEM SONUCA BAKIŞINA.
SilDuyguyu yazıda vermek bence öyle kolay bir şey değildir. Sen bunu o kadar orantılı, o kadar saf, o kadar yerinde vermişsin ki seninle birlikte duygulandım, hüzünlendim, umutlandım, sevindim... Çok güzel yazıyorsun. Hep güzel yazıyorsun...
YanıtlaSilSENDEN DUYMAK ÇOK ANLAMLI:)
Sildokunaklı, gerçekten
YanıtlaSil