Hormon Günlerinde Shakespeare
Sizde durum nedir inanın hiç bilemiyorum. Ama benim “oha cinsellik var” dediğim ilk an, televizyon karşısındaydı ve televizyonda şöyle bir şeyler vardı.
Sizde durum nedir inanın hiç bilemiyorum. Ama benim “oha cinsellik var” dediğim ilk an, televizyon karşısındaydı ve televizyonda şöyle bir şeyler vardı.
(Şimdi ergenliği Tutti Furutti'ye
rastlayanlar için 5 dakika ihtiyaç molası)
Tabi ki benim anım koca bir
yarışma programı değil. Uyumayan çocuk kontenjanından göze çalınmış bir minik
zap karesi. Ama “oha” çektirdiğine göre de olasılıkla şöyle bir sahne:
Televizyon-cinsellik-ebeveyn üçgeni kuşkusuz değişmez bir acı, çekildi, çekilecek. Azametle sahnenin
bitmesini bekleyen modern baba var bir (benimki), bir de panikle kumandaya
uzananı var. Şifre girilmesini bekleyen kurye tribiyle uzaklara dalan çocuk var
bir, bir de kulakları kızara kızara gözünü diken “büyüdüm ben” çocuğu (bu da
ben). Bu karmaşık duygu, düşünce ve hatta hareket seli içerisinde, bir de
sağlam öğrenme süreci gerçekleşiyor ki... Hayrete kapılmamak mümkün değil. İşte
şimdi bahsedeceğim film, benim için böyle bir “öğrenme” filmi.
Kadının seks sırasında üstte
olabileceğini Shakespeare'den öğrendim...
Ah, evet. Öyle oldu. Ve olayın
mekaniği henüz kafamda HİÇ oturmadığından, inanılmaz şaşırmış ve konu üzerine
çok kafa yormuştum. Bu da haliyle seneler geçip bilgi, boşluklarımı özenle
doldursa bile, pozisyonun kafamdaki sembolü olarak, filmden şu sahnenin
kalmasına neden oldu.
Filmin benim seks bilgilerime bir
temel taşı eklemesinin dışında da bahsetmeye değer birkaç durumu var. 1998 yapımı bu film, 99'da 7 Oscar'ı evine götürmeyi başarmış. Benimse hakkındaki
birçok korkunç eleştiriyi görmezden gelerek söylemek istediğim üç şey var.
Birincisi; tiyatro ateşini evinizden yakmak için ideal, rakibi pek çok romantik
komediden daha romantik ve daha komik. İkincisi bence döneme dair güzel bir
bakış sunuyor; tiyatroyu lanetlemekle meşgul kilise, veba salgınlarıyla kapanan
tiyatrolar, kadınların sahneye çıkışının yasak olması, zira: “Doğurgan mıdır?”,
“Ay ne demek, doğurmazsa geri getirin.” diyaloglarıyla pazar malı muamelesi
görmekle meşgul olmaları gibi... Gelelim üçüncüsüne, belki de hepsinden ama
hepsinden etkileyicisi:
Joseph Fiennes!
İşte kendisi. Âşık
Shakespeare'imiz. Kendisini o kadar ama o kadar etkileyici buluyorum ki...
Buyrun, çekinmeyin, bakın, adam güzel çünkü.
Aslında ben biraz da
omuzlarından, efendim sırtından bahsetmek isterim Joseph'in. Ama hiç spoiler vermeyeyim.
Bence filmi izleyin. Joseph'in bedeni acınası kelimelerimle zedelenmesin.
Dikkatim dağıldı, ne diyordum.
Hah, Shakespeare.
Tam da Shakespeare'den tam gaz
etkilenmiş, “olmak ya da olmamak”lı cümle kurabilecek yaşlara gelmiştim ki,
Shakespeare'in gerçek yüzünü gördüm. Yo, yo... Mecazen değil.
Arkadaşlar şimdi bu nerede, bu
nerede??
Tablo böyle olunca benim de ilk
gençlik ateşim sönmüş besbelli. “Memoli daa yakışıklı madem yeaa” diyerek blok
flütümle Yılan Hikâyesi çalmışım. Ne yapayım?
İkinci Şans: Shakespeare'e
değil, bana...
Yıllar sonra William ile yolumuz
tekrar kesiştiğinde, kucağımda laptopum, internette geziniyordum. Hem kendim
hem de sizler için etkinlikleri kolaçan ederken, biraz büyük, biraz gösterişli
bir şey istediğimi fark ettim. Geçen ay izlediğim oyunlar oldukça başarılıydı.
Ama bu sefer şaşaalı bir şeyle büyülenmek istiyordu ki canım, imdadıma Sahne
Tozu yetişti. Truva isimli bir oyunları vardı, Shakespeare yazmıştı. Gerçekten
de aradığım şey buydu.
(Bu arada Sahne Tozu'nun
oyunculuk kursları gibi ilginç olayları var. Bir ara yetkili bir abi bulup
ilgileneceğim.)
Biletlerimi de ayarladıktan sonra
oyunu beklemekten başka yapacak işim kalmadı diye mi düşünüyorsunuz? Yanlış.
Hemen kütüphanenin yolunu tuttum. Ege'nin kütüphanesini öyle çok, öyle çok
seviyorum ki.. Dev gibi oluşunu, okuma salonlarının çatı katına benzeyişini,
çalışanlarını, her şeyin eski, bakımlı ve ağır görünüşünü. Bütün bunlar
birleşince sanırım kendimi Hogwarts'ta hissediyorum. Evet, evet. Hogwarts...
Kesin oralarda bir yerlerde Hermione var. İyi bir baksam, göreceğim.
Neyse şu kitapları aldım. Ve bu
yazı için iki merakımın üzerine eğilmeye çalıştım. Shakespeare, ve
izleyeceğimiz oyun Truva; asıl ismiyle Troilus ve Cressida...
William Shakespeare 'in Hayatı ve
Yalanları
Ah ne çok isterdim şöyle Rita
Skeeter kılıklı bir cadıdan Shakespeare'in hayatına dair bütün dedikoduları
gerçekmişçesine aktaran bir kitap bulup ona gömülmeyi. Ne yazık ki bizim
referansımız Mina Urgan. Ne yazık ki dediğime bakmayın. Mina Urgan'ı pek çok
severim ve onun elinden çıkma Shakespeare ciltlerini bulunca, altın bulmuş gibi
sevindim.
Fakat okudukça fark ediyorsunuz
ki Shakspeare hakkında bilebileceğiniz kesin bir şey varsa, o da hiçbir şey
bilemeyeceğiniz.
“Gerçekte 1592'ye kadar, yani
Shakespeare'in hayatının ilk yirmi sekiz yılı üstüne bütün bildiklerimiz, resmi
kayıtlardan öğrendiğimiz üç olaydan, daha doğrusu üç tarihten başka bir şey
değildir: Shakespeare'in vaftiz olduğu, evlendiği ve çocuklarının dünyaya
geldiği tarihler.”
Bu arada vaftiz tarihi 26 nisan
olan yazarın doğum günü 23 nisan olarak kutlanmaktaymış.
Gelelim ikinci olayımıza.
Shakespeare 1582'de henüz 18 yaşındayken Anne Hathaway adında, kendisinden
sekiz yaş büyük bir kadınla evlenmiş. Bu evlilikten altı ay sonra ise ilk
çocukları dünyaya gelmiş. Evet altı... Yani öyle görünüyor ki bu evlilik için
küçük bir zorunluluk kapısı açık tutulmalı. Shakespeare'in evlilik hayatının
mutsuz varsayılmasındaki en büyük sebep ise bambaşka. Shakespeare'in
vasiyetnamesindeki bir maddeye dayanıyor:
“Bu maddede Shakespeare en iyi
yatağını değil de, ikinci en iyi yatağını (second best bed) karısına bırakır.”
Her ne kadar Mina Urgan, “Ne
olacak canım, belki de en rahat yatak misafir yatağıdır, ondan demiştir.” diye
mevzuyu güzellemeye de çalışsa, ben bu söylemi bir hayli kılçıklı buldum.
Shakespeare'in aşk hayatına dair
bir diğer dedikoduya da değinmeden olmaz. Shakespeare eşcinsel midir???Bence
biz susalım, hep beraber susalım, Shakespeare'in 20. sonesini okuyalım ve
düşünelim yalnızca.
Yaradan kadın yüzü çizmiş sana
eliyle
İstek dolu sevgimin efendisi
dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir
hile
Bilmez kadınlardaki kancık
döneklikleri;
Gözlerin daha parlak kahpelikten
yoksundur
Neye bakarsa baksın altın yaldız
kaplatır;
Erkeklerin en hoşu en hoş şeyler
onundur
Erkekleri büyüler kadınları
çıldırtır.
Seni yaratmış olsa kadın olarak
önce
Yaradan bile çılgın bir sevgi
duyacaktı
Ama bir hiç uğruna bir fazlalık
verince
Varlığına doymaktan beni yoksun
bıraktı.
Değil mi ki kadınlar için
yaratmış seni
Sen sevgimi al onlar sömürsün
hazineni.
Bütün bunlar bir kenara, ilgimi
en çok çeken Shakespeare iddialarından biri ise, kendisinin parayı bulmasına
ilişkin:
“1597 yılından sonra Shakespeare
üstüne bildiklerimizin çoğu, satın aldığı mal mülkle, para işleri yüzünden
açtığı davalarla ilgili, hiç de ilginç olmayan belgelere dayanır. Bütün bu
belgeler Shakespeare'in, zenginliğini elinden geldiği kadar arttırmaya
çabalayan, hesabını kitabını bilen, para işlerinden anlayan bir adam olduğunu
gösterir. Dahi sayılan çoğu sanatçıların hayatında bohem bir yaşantı görmeye
alışık olduğumuzdan, bu durum bizi oldukça şaşırtır..... bazı kimseler bu
yüzden çok garip, ve garip olduğu kadar gülünç bir sonuca varmışlarıdır:
Oyunlarını -sadece İngiliz edebiyatının değil, dünya edebiyatının en yüce
şaheserleri olan oyunlarını- sırf para kazanmak, ev ve toprak satın almak için
yazdığını söylemişlerdir......”
Yani a dostlar.. İnsanlık halidir
elbet, şu hayatta “aman da çok şaşırdım” denilebilecek şeyler listesinin belki
en sonlarında gelir varsa böyle bir gerçeklik. Ama bu konuda iyimserlik ladysi
Mina Urgan'a katılmamam, bu iddiayı gülünç bulmamam mümkün değil. Haydi şimdi
de, bunun garip ve gülünç bir iddia olduğunu bir kez daha kanıtlamak üzere
oyunumuza gidelim.
Troilus ile Cressida
Shakespeare'in olgunluk çağı
ürünü olduğu tahmin edilen bu eserin belki de en büyük handikabı adını koymak.
Alıntının spoiler içeriğini kısıtlamak adına, isimleri sansürleyerek
aktarıyorum:
“...... gerçekte Troilus ile
Cressida, tragedya da değildir, komedya da. Komedya değildir, çünkü sonunda,
oyundaki kişilerin en soylu ve en erdemlilerinden biri, feci şekilde
öldürüldüğü gibi, karakterler birbirinin kahpeliğine kurban gidip, acılar
içinde kalır. Aynı nedenden ötürü, yani “happy end” olmadığı için traji-komedya
da değildir. Oyunun ana kahramanları ölmedikleri için de tragedya sayılamaz.
Tür bakımından tanımlanmaya gelmeyen bu garip oyunda, bol bol komedya
özellikleri de vardır tragedya özellikleri de........”
Tüm bunlardan yola çıkarak, ”Nasıl
bir oyuna gidiyoruz?” sorusunu soran yol arkadaşlarıma sürekli “Bir Shakespeare
oyununa gidiyoruz dostlarım.” yanıtını verdim, iyi de ettim. Döneminin en büyük
eleştirmenlerinin “Yo bebeğim, yo, bu iş beni aşar.” diyerek eleştirmeyi
düpedüz reddettiği bu oyun hakkında, hâlâ da pek fazla konuşmak niyetinde
değilim. Kısaca konudan ve birkaç küçük çağrışımdan bahsetmekle yetineceğim.
Oyunumuzun tamamı Truva Savaşı
içerisinde geçer. Hani şu Helen'in kocasından kaçırılması/kaçması ile başlayan,
siz “Değer mi ulan?” dedikçe Paris ve Menelaos'un bir ağızdan “Döğöööör!” diye
böğürdüğü savaş. Oyun boyunca bir yandan “değer mi?” sorusu, çeşitli seslerle
cevaplanırken, bir yandan da, hatta oyuna ismini vermekle birlikte belki
yalnızca bir “köşeden” de Troilus ve Cressida'nın aşkı işlenir. Cressida'nın
bir esir takası sırasında Truva’dan koparılmasıyla da Troilus'un acıları
başlar. Ama her şeyi gören göz, yani bir seyirci olarak sizin acılarınızı
Troilus köşesinden çok daha geniş alanları kapsıyor, inanın.
Yılların aşk ve savaş hikâyesi,
bizi nasıl bu kadar derinden etkiledi, her şey nasıl bu kadar 2013 peki?? Bu
şaşkınlığımı da yine Mina Urgan gideriyor:
“Troilus ile Cressida ile ilgili
sorunlar arasında, insanı en çok şaşırtanı, çözümlenmesi en güç görüneni,
oyunun olumsuzluğu ve kötümserliği sorunudur. Acaba Shakespeare bu oyunda,
bütün duygu, düşünce ve ahlak değerlerine neden karşı çıkıyor? Onların boş
olduklarına, hiçbir işe yaramadıklarına inanıyormuş gibi yazıyor? Acaba neden
hayatta her şeyi hor görüyormuş, her şeyden tiksiniyormuş gibi bir tutum
benimsiyor?
...........
Troilus ile Cressida'da
Shakespeare, yüceliğini her zaman kabul ettiği ve öteki oyunlarında hep
sevgiyle işlediği iki büyük temayı ele alıyor: Aşkı ve savaşı. Bu iki konunun
oyunda sıkı sıkı birbirine örüldüğünü de biliyor. Sonra tutup bu kutsal
kavramları düpedüz kepaze ediyor. Coşkun sevgiler de, soylu kahramanlıklar da
hiçbir işe yaramıyor, heba olup gidiyor. Üstelik de bütün oyun boyunca aşkı
Pandarus'un, yani bir çöpçatanın gözüyle; savaşı da Thersites'in, yani ahlaksız
bir korkağın gözüyle görüyoruz. Aşkı gelip geçici bir şehvet anı olarak düşünen
Pandarus ile savaşı hayvanca güçlerin anlamsız bir çatışması sayan Thersites,
zaman zaman alaycı bir koro ödevi görüyorlar burada..........”
İşte bu satırları okuyunca bütün
taşlar yerine oturdu. Biz, yani 2013'ün insanları, Shakespeare'in bir oyununda
yer vermesinin sansasyonel bulunduğu bu hor gören bakış açısını, zaten bütün
bütün hayatımıza emdirmiş durumdayız. Aşk ve kahramanlık, aklımız erdiğinden
beri bizler için yarı aptallık, yarı ahmaklık.
Son sözlerimiz de Sahne Tozu
kadrosuna olsun. Müzik, ışıklar ve danslar oyunun tartışmasız en etkileyici
kısmıydı. Yenilerin inişli çıkışlı, eskilerin “buradayız” diyen oyunculuklarını
birer yanaklarından, sevgili Hector ve Thersites'i ikişer yanaklarından
öpüyorum. En başta kendisine “Bu sahneyi dolduramazsın” diyenlerin yüzünü kara
çıkartan cesur M. Çağlar İşgören'i, Çağrı Turnalı'yı ve bu leziz oyunda emeği
geçen herkesi bir kez daha ayakta alkışlıyorum.
Not: Oyun, bu ay bir daha sergilenmeyecek. Bir sonraki oyun tarihini sizlere iletebilmem için bizi takip edin.
M.B.O. (Art May Kill)
okudukça sizinle oyuna gelmediğim için içimde filizlenen pişmanlığı bir sonraki oyuna yalnız giderek gidereceğim. bir kez daha izlemek istersen takarım seni de koluma elbette. tarihler için heyecanla takipteyim. teşekkürler artmaykill.
YanıtlaSilYİNE GİDERİZ, HEP GİDERİZ. RİCA EDERİM DİMAZE AKÇA:)
Sil