11 Aralık 2013

Shakespeare: İkinci Şans

Hormon Günlerinde Shakespeare

Sizde durum nedir inanın hiç bilemiyorum. Ama benim “oha cinsellik var” dediğim ilk an, televizyon karşısındaydı ve televizyonda şöyle bir şeyler vardı.


                          

(Şimdi ergenliği Tutti Furutti'ye rastlayanlar için 5 dakika ihtiyaç molası)

Tabi ki benim anım koca bir yarışma programı değil. Uyumayan çocuk kontenjanından göze çalınmış bir minik zap karesi. Ama “oha” çektirdiğine göre de olasılıkla şöyle bir sahne:


Televizyon-cinsellik-ebeveyn üçgeni kuşkusuz değişmez bir acı, çekildi, çekilecek. Azametle sahnenin bitmesini bekleyen modern baba var bir (benimki), bir de panikle kumandaya uzananı var. Şifre girilmesini bekleyen kurye tribiyle uzaklara dalan çocuk var bir, bir de kulakları kızara kızara gözünü diken “büyüdüm ben” çocuğu (bu da ben). Bu karmaşık duygu, düşünce ve hatta hareket seli içerisinde, bir de sağlam öğrenme süreci gerçekleşiyor ki... Hayrete kapılmamak mümkün değil. İşte şimdi bahsedeceğim film, benim için böyle bir “öğrenme” filmi.


Kadının seks sırasında üstte olabileceğini Shakespeare'den öğrendim...

Ah, evet. Öyle oldu. Ve olayın mekaniği henüz kafamda HİÇ oturmadığından, inanılmaz şaşırmış ve konu üzerine çok kafa yormuştum. Bu da haliyle seneler geçip bilgi, boşluklarımı özenle doldursa bile, pozisyonun kafamdaki sembolü olarak, filmden şu sahnenin kalmasına neden oldu.





Filmin benim seks bilgilerime bir temel taşı eklemesinin dışında da bahsetmeye değer birkaç durumu var. 1998 yapımı bu film, 99'da 7 Oscar'ı evine götürmeyi başarmış. Benimse hakkındaki birçok korkunç eleştiriyi görmezden gelerek söylemek istediğim üç şey var. Birincisi; tiyatro ateşini evinizden yakmak için ideal, rakibi pek çok romantik komediden daha romantik ve daha komik. İkincisi bence döneme dair güzel bir bakış sunuyor; tiyatroyu lanetlemekle meşgul kilise, veba salgınlarıyla kapanan tiyatrolar, kadınların sahneye çıkışının yasak olması, zira: “Doğurgan mıdır?”, “Ay ne demek, doğurmazsa geri getirin.” diyaloglarıyla pazar malı muamelesi görmekle meşgul olmaları gibi... Gelelim üçüncüsüne, belki de hepsinden ama hepsinden etkileyicisi:

Joseph Fiennes!


İşte kendisi. Âşık Shakespeare'imiz. Kendisini o kadar ama o kadar etkileyici buluyorum ki... Buyrun, çekinmeyin, bakın, adam güzel çünkü.


Aslında ben biraz da omuzlarından, efendim sırtından bahsetmek isterim Joseph'in. Ama hiç spoiler vermeyeyim. Bence filmi izleyin. Joseph'in bedeni acınası kelimelerimle zedelenmesin.

Dikkatim dağıldı, ne diyordum. Hah, Shakespeare.

Tam da Shakespeare'den tam gaz etkilenmiş, “olmak ya da olmamak”lı cümle kurabilecek yaşlara gelmiştim ki, Shakespeare'in gerçek yüzünü gördüm. Yo, yo... Mecazen değil.


Arkadaşlar şimdi bu nerede, bu nerede??



Tablo böyle olunca benim de ilk gençlik ateşim sönmüş besbelli. “Memoli daa yakışıklı madem yeaa” diyerek blok flütümle Yılan Hikâyesi çalmışım. Ne yapayım?

İkinci Şans: Shakespeare'e değil, bana...

Yıllar sonra William ile yolumuz tekrar kesiştiğinde, kucağımda laptopum, internette geziniyordum. Hem kendim hem de sizler için etkinlikleri kolaçan ederken, biraz büyük, biraz gösterişli bir şey istediğimi fark ettim. Geçen ay izlediğim oyunlar oldukça başarılıydı. Ama bu sefer şaşaalı bir şeyle büyülenmek istiyordu ki canım, imdadıma Sahne Tozu yetişti. Truva isimli bir oyunları vardı, Shakespeare yazmıştı. Gerçekten de aradığım şey buydu.

(Bu arada Sahne Tozu'nun oyunculuk kursları gibi ilginç olayları var. Bir ara yetkili bir abi bulup ilgileneceğim.)

Biletlerimi de ayarladıktan sonra oyunu beklemekten başka yapacak işim kalmadı diye mi düşünüyorsunuz? Yanlış. Hemen kütüphanenin yolunu tuttum. Ege'nin kütüphanesini öyle çok, öyle çok seviyorum ki.. Dev gibi oluşunu, okuma salonlarının çatı katına benzeyişini, çalışanlarını, her şeyin eski, bakımlı ve ağır görünüşünü. Bütün bunlar birleşince sanırım kendimi Hogwarts'ta hissediyorum. Evet, evet. Hogwarts... Kesin oralarda bir yerlerde Hermione var. İyi bir baksam, göreceğim.



Neyse şu kitapları aldım. Ve bu yazı için iki merakımın üzerine eğilmeye çalıştım. Shakespeare, ve izleyeceğimiz oyun Truva; asıl ismiyle Troilus ve Cressida...

William Shakespeare 'in Hayatı ve Yalanları

Ah ne çok isterdim şöyle Rita Skeeter kılıklı bir cadıdan Shakespeare'in hayatına dair bütün dedikoduları gerçekmişçesine aktaran bir kitap bulup ona gömülmeyi. Ne yazık ki bizim referansımız Mina Urgan. Ne yazık ki dediğime bakmayın. Mina Urgan'ı pek çok severim ve onun elinden çıkma Shakespeare ciltlerini bulunca, altın bulmuş gibi sevindim.

Fakat okudukça fark ediyorsunuz ki Shakspeare hakkında bilebileceğiniz kesin bir şey varsa, o da hiçbir şey bilemeyeceğiniz. 

“Gerçekte 1592'ye kadar, yani Shakespeare'in hayatının ilk yirmi sekiz yılı üstüne bütün bildiklerimiz, resmi kayıtlardan öğrendiğimiz üç olaydan, daha doğrusu üç tarihten başka bir şey değildir: Shakespeare'in vaftiz olduğu, evlendiği ve çocuklarının dünyaya geldiği tarihler.”

Bu arada vaftiz tarihi 26 nisan olan yazarın doğum günü 23 nisan olarak kutlanmaktaymış.

Gelelim ikinci olayımıza. Shakespeare 1582'de henüz 18 yaşındayken Anne Hathaway adında, kendisinden sekiz yaş büyük bir kadınla evlenmiş. Bu evlilikten altı ay sonra ise ilk çocukları dünyaya gelmiş. Evet altı... Yani öyle görünüyor ki bu evlilik için küçük bir zorunluluk kapısı açık tutulmalı. Shakespeare'in evlilik hayatının mutsuz varsayılmasındaki en büyük sebep ise bambaşka. Shakespeare'in vasiyetnamesindeki bir maddeye dayanıyor:

“Bu maddede Shakespeare en iyi yatağını değil de, ikinci en iyi yatağını (second best bed) karısına bırakır.”

Her ne kadar Mina Urgan, “Ne olacak canım, belki de en rahat yatak misafir yatağıdır, ondan demiştir.” diye mevzuyu güzellemeye de çalışsa, ben bu söylemi bir hayli kılçıklı buldum.

Shakespeare'in aşk hayatına dair bir diğer dedikoduya da değinmeden olmaz. Shakespeare eşcinsel midir???Bence biz susalım, hep beraber susalım, Shakespeare'in 20. sonesini okuyalım ve düşünelim yalnızca. 

Yaradan kadın yüzü çizmiş sana eliyle
İstek dolu sevgimin efendisi dilberi;
İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile
Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri;
Gözlerin daha parlak kahpelikten yoksundur
Neye bakarsa baksın altın yaldız kaplatır;
Erkeklerin en hoşu en hoş şeyler onundur
Erkekleri büyüler kadınları çıldırtır.
Seni yaratmış olsa kadın olarak önce
Yaradan bile çılgın bir sevgi duyacaktı
Ama bir hiç uğruna bir fazlalık verince
Varlığına doymaktan beni yoksun bıraktı.
Değil mi ki kadınlar için yaratmış seni
Sen sevgimi al onlar sömürsün hazineni. 

Bütün bunlar bir kenara, ilgimi en çok çeken Shakespeare iddialarından biri ise, kendisinin parayı bulmasına ilişkin:

“1597 yılından sonra Shakespeare üstüne bildiklerimizin çoğu, satın aldığı mal mülkle, para işleri yüzünden açtığı davalarla ilgili, hiç de ilginç olmayan belgelere dayanır. Bütün bu belgeler Shakespeare'in, zenginliğini elinden geldiği kadar arttırmaya çabalayan, hesabını kitabını bilen, para işlerinden anlayan bir adam olduğunu gösterir. Dahi sayılan çoğu sanatçıların hayatında bohem bir yaşantı görmeye alışık olduğumuzdan, bu durum bizi oldukça şaşırtır..... bazı kimseler bu yüzden çok garip, ve garip olduğu kadar gülünç bir sonuca varmışlarıdır: Oyunlarını -sadece İngiliz edebiyatının değil, dünya edebiyatının en yüce şaheserleri olan oyunlarını- sırf para kazanmak, ev ve toprak satın almak için yazdığını söylemişlerdir......”

Yani a dostlar.. İnsanlık halidir elbet, şu hayatta “aman da çok şaşırdım” denilebilecek şeyler listesinin belki en sonlarında gelir varsa böyle bir gerçeklik. Ama bu konuda iyimserlik ladysi Mina Urgan'a katılmamam, bu iddiayı gülünç bulmamam mümkün değil. Haydi şimdi de, bunun garip ve gülünç bir iddia olduğunu bir kez daha kanıtlamak üzere oyunumuza gidelim.

Troilus ile Cressida

Shakespeare'in olgunluk çağı ürünü olduğu tahmin edilen bu eserin belki de en büyük handikabı adını koymak. Alıntının spoiler içeriğini kısıtlamak adına, isimleri sansürleyerek aktarıyorum:

“...... gerçekte Troilus ile Cressida, tragedya da değildir, komedya da. Komedya değildir, çünkü sonunda, oyundaki kişilerin en soylu ve en erdemlilerinden biri, feci şekilde öldürüldüğü gibi, karakterler birbirinin kahpeliğine kurban gidip, acılar içinde kalır. Aynı nedenden ötürü, yani “happy end” olmadığı için traji-komedya da değildir. Oyunun ana kahramanları ölmedikleri için de tragedya sayılamaz. Tür bakımından tanımlanmaya gelmeyen bu garip oyunda, bol bol komedya özellikleri de vardır tragedya özellikleri de........”

Tüm bunlardan yola çıkarak, ”Nasıl bir oyuna gidiyoruz?” sorusunu soran yol arkadaşlarıma sürekli “Bir Shakespeare oyununa gidiyoruz dostlarım.” yanıtını verdim, iyi de ettim. Döneminin en büyük eleştirmenlerinin “Yo bebeğim, yo, bu iş beni aşar.” diyerek eleştirmeyi düpedüz reddettiği bu oyun hakkında, hâlâ da pek fazla konuşmak niyetinde değilim. Kısaca konudan ve birkaç küçük çağrışımdan bahsetmekle yetineceğim. 

Oyunumuzun tamamı Truva Savaşı içerisinde geçer. Hani şu Helen'in kocasından kaçırılması/kaçması ile başlayan, siz “Değer mi ulan?” dedikçe Paris ve Menelaos'un bir ağızdan “Döğöööör!” diye böğürdüğü savaş. Oyun boyunca bir yandan “değer mi?” sorusu, çeşitli seslerle cevaplanırken, bir yandan da, hatta oyuna ismini vermekle birlikte belki yalnızca bir “köşeden” de Troilus ve Cressida'nın aşkı işlenir. Cressida'nın bir esir takası sırasında Truva’dan koparılmasıyla da Troilus'un acıları başlar. Ama her şeyi gören göz, yani bir seyirci olarak sizin acılarınızı Troilus köşesinden çok daha geniş alanları kapsıyor, inanın.

Yılların aşk ve savaş hikâyesi, bizi nasıl bu kadar derinden etkiledi, her şey nasıl bu kadar 2013 peki?? Bu şaşkınlığımı da yine Mina Urgan gideriyor:

“Troilus ile Cressida ile ilgili sorunlar arasında, insanı en çok şaşırtanı, çözümlenmesi en güç görüneni, oyunun olumsuzluğu ve kötümserliği sorunudur. Acaba Shakespeare bu oyunda, bütün duygu, düşünce ve ahlak değerlerine neden karşı çıkıyor? Onların boş olduklarına, hiçbir işe yaramadıklarına inanıyormuş gibi yazıyor? Acaba neden hayatta her şeyi hor görüyormuş, her şeyden tiksiniyormuş gibi bir tutum benimsiyor?

...........

Troilus ile Cressida'da Shakespeare, yüceliğini her zaman kabul ettiği ve öteki oyunlarında hep sevgiyle işlediği iki büyük temayı ele alıyor: Aşkı ve savaşı. Bu iki konunun oyunda sıkı sıkı birbirine örüldüğünü de biliyor. Sonra tutup bu kutsal kavramları düpedüz kepaze ediyor. Coşkun sevgiler de, soylu kahramanlıklar da hiçbir işe yaramıyor, heba olup gidiyor. Üstelik de bütün oyun boyunca aşkı Pandarus'un, yani bir çöpçatanın gözüyle; savaşı da Thersites'in, yani ahlaksız bir korkağın gözüyle görüyoruz. Aşkı gelip geçici bir şehvet anı olarak düşünen Pandarus ile savaşı hayvanca güçlerin anlamsız bir çatışması sayan Thersites, zaman zaman alaycı bir koro ödevi görüyorlar burada..........”

İşte bu satırları okuyunca bütün taşlar yerine oturdu. Biz, yani 2013'ün insanları, Shakespeare'in bir oyununda yer vermesinin sansasyonel bulunduğu bu hor gören bakış açısını, zaten bütün bütün hayatımıza emdirmiş durumdayız. Aşk ve kahramanlık, aklımız erdiğinden beri bizler için yarı aptallık, yarı ahmaklık.

Son sözlerimiz de Sahne Tozu kadrosuna olsun. Müzik, ışıklar ve danslar oyunun tartışmasız en etkileyici kısmıydı. Yenilerin inişli çıkışlı, eskilerin “buradayız” diyen oyunculuklarını birer yanaklarından, sevgili Hector ve Thersites'i ikişer yanaklarından öpüyorum. En başta kendisine “Bu sahneyi dolduramazsın” diyenlerin yüzünü kara çıkartan cesur M. Çağlar İşgören'i, Çağrı Turnalı'yı ve bu leziz oyunda emeği geçen herkesi bir kez daha ayakta alkışlıyorum.










                         

Not: Oyun, bu ay bir daha sergilenmeyecek. Bir sonraki oyun tarihini sizlere iletebilmem için bizi takip edin.

M.B.O. (Art May Kill)

2 yorum:

  1. okudukça sizinle oyuna gelmediğim için içimde filizlenen pişmanlığı bir sonraki oyuna yalnız giderek gidereceğim. bir kez daha izlemek istersen takarım seni de koluma elbette. tarihler için heyecanla takipteyim. teşekkürler artmaykill.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. YİNE GİDERİZ, HEP GİDERİZ. RİCA EDERİM DİMAZE AKÇA:)

      Sil

.