Şimdiden
uyarıyorum, çok konuşacağım.
Daft Punk’ı
tanıtmaya, anlatmaya yeltenmiyorum. Eğer grubun tarihçesini merak ediyorsanız buradan rahatlıkla bilgilere ulaşabilirsiniz. Benim amacım olabildiğince Random
Access Memories albümü hakkında konuşabilmek. Grubun 4. stüdyo albümü olan RAM, 7 yıllık uzun bir aradan sonra Daft
Punk ve sevenlerini buluşturdu.
RAM, genel
olarak 70’lerin ve 80’lerin tarzını yansıtırken, albümde “live instrumentation”
tekniği kullanılmış. Kısaca özetlemek gerekirse; akustik müzik enstrümanlarının
ve elektronik müzik aletlerinin bir arada kullanılması ile yapılan kayıt
tekniği diyebilirim. Birbirinden önemli birçok insanı görebileceğimiz albüm,
iki noktaya odaklanmış durumda: teknoloji ve tecrübe.
Artık
kafanızda az çok bir şeyler canlanmaya başladığına göre albümü sindire sindire
incelemeye başlıyorum.
Give Life Back to Music: 7 yıllık aranın ardından, Daft Punk
dinlemeye kaldığımız yerden devam etmeye başlarken albümün ilk şarkısı bizi
oldukça güzel selamlıyor. Güçlü ve canlı bir intro ile başlayan şarkı, albüm
hakkında oldukça fikir verici. 70’lerin jazz funk melodileriyle harmanlanmış
müziğe, Nile Rodgers ve Paul Jacksson Jr’ın gitarı eşlik edince
tadından yenmeyecek bir karışım ortaya çıkıyor. Albümde olduğu gibi şarkıya da
yayılmış olan davulların canlılığını bu şarkıdan görmeye başlıyoruz. Grup, “Klasik
Daft Punk” müziğinin biraz dışında kalan şarkı ile “bu albümde biraz
yeniliklere yöneldik, bir bakın bakalım.” mesajını da veriyor. Şarkının sonlarına
doğru Marvin Gaye’in What’s Going On
şarkısından tınılar duymak da mümkün.
The Game of Love: Öncelikle bir şarkının sözleri bu
kadar basit ve etkileyici olabilir. “And
it was you, the one that will be breaking my heart, when you decided to walk
away when I wanted you to stay.” (Okuduğum birçok kaynakta sözlerin son
kısmı için “Me, I just wanted you to stay” dese de, ben duyduğumu yazıyorum.)
Yine 70’lerin melodileriyle harmanlanmış müziği ve güçlü davulları ile hemen
hemen son halini alan şarkı, ilk dinleyişte Bobby Womanck’ın Across 110th Street şarkısını
anımsatıyor. Fakat söz ve müziğin birleşmesinden sonra kulağımızın alıştığı
vocoder’lı vokaller ile şarkı son haline kavuşuyor ve oldukça vurucu bir kalp
kırıklığının güzel bir anlatımı ile evrimini tamamlıyor.
Giorgio by Moroder: Şarkılardaki konuşma kısımlarına
oldukça fazla tav olduğumu yazılarımı takip edenler iyi bilir. İşte bu şarkı da
bu sebepten dolayı beni orgazma bir
derece daha yaklaştırdı. Ayrıca nedendir bilinmez(!), şarkıyı dinledikçe ağzım
kulaklarıma doğru yola çıkıyor ve bedenimi bir gevşeme bir rahatlık hissi
kaplıyor. İtalyan Giovanni Giorgio’nun
müzikteki tecrübelerini ve ufak sırlarını anlattığı 9 dakikalık şarkının, ilk
iki dakikası boyunca süren ve“My name is Giovanni
Giorgio but everybody calls me Giorgio.” cümlesi ile son bulan konuşma
kısmının ardından, bu kısımda da anlatılan “50’ler,
60’lar, 70’ler ve geleceğin müziği” konseptli ritimleri duymaya başlıyoruz.
Kendimizi ritme kaptırmış halde devam ederken şarkının beşinci dakikasında
tekrar Giovanni Moroder’in sesi ile irkiliyoruz. Bu sefer de “müzikte özgürlük” içerikli kısa bir
konuşma yapan Moroder’in susmasıyla beraber başlayan müzik ve davulların ön
plana çıkmasıyla, şarkının elektronik altyapısının güçlenerek devam etmesi
sağlanıyor. Başladığı ilk andan itibaren bir şeyler eklenerek ilerleyen
şarkının son bir dakikası ise kulakların pasını tamamen silmeyi başarıyor.(
davul, davul, davul…) Kısacası hem eğlenceli hem de çok güçlü bir şarkı.
Kesinlikle kulaklıkla ve yüksek sesle dinlemenizi tavsiye ediyorum. Eminim ki
bu şarkı en kısa zamanda, çoğu insanın albümdeki favorilerinden birisi
olacaktır.
Within: Albümdeki en kısa şarkı olma
özelliğini taşıyan Within, albümdeki sakin ve dinlendirici şarkıların başını
çekiyor. Şarkı, müzik olarak sakinlik içerse de oldukça dokunaklı sözleri ile -“insanın dünyadaki yerini sorgulama” ve “kaybolmuşluk” gibi konular- hemen etki
bırakıyor. Elektronik altyapılı bir albümde bu tarz şarkıların da olması
gerektiğini savunan birisi olarak bu seçimi son derece doğru ve başarılı
buluyorum. Sözleri ve Chilly Gonzales’in son derece akıcı piyanosuyla kendini
dinletmeyi başaran şarkı, umarım albümde kaybolmaz ve kendi sesini duyurur.
Ufak bir eleştiri; belki vokalde, vocoder biraz az kullanılabilirdi.
Instant Crush (feat. Julian
Casablancas): Açıkçası
şarkıyı ilk dinlediğim zaman önce sözleri anlamaya çalıştım fakat bir yerden
sonra vazgeçtim. Şarkı, nakarata kadar ortalama devam ederken - ortalama derken
Daft Punk için derecelendirilmiş bir ortalamadır kendisi – nakarata
geldiğimizde sözlerin ve müziğin mükemmel uyumundan dolayı şarkı bambaşka bir
noktaya erişiyor ve daha da güzelleşiyor. Fakat bana kalırsa; şarkı, gerçek
anlamda üçüncü dakikadan sonra başlıyor ve susmak bilmiyor. Tabii ki şarkının
bu denli başarılı olmasının en büyük sebebi The
Strokes grubunun solisti Julian
Casablancas’ın eşsiz vokali diye düşünürken şarkının ortasındaki elektro gitar
solosu ile puzzle tamamlanmış oluyor. Sonuç ise; şarkı, pop müziğin en güzel
örneklerinden birisi oluyor.
Lose Yourself to Dance (feat.
Pharrell Williams): Kendi
düşüncelerimi anlatmadan önce size isimleri vermek istiyorum. Daft Punk,
Pharrell ve Nile Rodgers. Bu üçlüden kötü bir iş çıkması bana sorarsanız imkansız. Bu cümleyi şu şekilde
düzeltmeme izin verin: “Bu üçlüden ‘olağanüstü’
tabirini karşılamayacak bir iş çıkamaz”. 5 dakika 54 saniye boyunca hiç
sıkılmadan ve yorulmadan dans etmek isterseniz bu şarkıyı açın ve kendinizi
müziğe bırakın. Şarkıyı tam anlamıyla sindirmem; otobüste kulaklığımı takıp şarkıyı
son ses dinlerken, ilk olarak kendimi herkesin belirli monoton ritimler ile
dans ettiği bir partide hayal edişim ile başladı. Devamında ise, müzik ile
beraber kendime hakim olamamam ve bir sağ kulaklıktan bir sol kulaklıktan
duyduğum “come on, come on, come on”
tekrarı ile sol omzumdaki meleğin seksi dans hareketlerine karşı sağ omzumdaki
meleğin usturuplu dans hareketleri arasında kalışım ile son buldu. Kısacası
diyemiyorum pek kısa olmadı, şarkıyı
dinleyin!
Touch (feat. Paul Williams): Albümün uzun şarkılarından Touch,
oldukça gizemli bir havada başlayıp neredeyse korku filmi müziği tadında
ilerleyen iki dakikalık introsundan sonra “Touch” vurgusu ile başlayan sözler
ile bir anda sakinleşiyor ve yağmurdan sonra gelen güneşi anımsatıyor. Sözleri
ilk uyduğum anda David Bowie‘nin
vokal tarzından, kelimelere olan vurgusundan esinlenmeleri duydum diyebilirim. Ben
mi fazla benzettim yoksa bir Bowie havası var mı siz karar verin. Şarkının bir
başka özelliği ise yaklaşık olarak iki dakikalık aralıklar ile şarkının
neredeyse tarz değiştiren bir havada iniş ve çıkışları. Şarkıda punk,
elektronik, blues, jazz ve hatta klasik müziğin minik örneklerini duymak mümkün.
Şarkı, özellikle sona doğru yaklaşırken yükselen müzik ile sanki bir müzikalden
(özellikle Jesus Christ Superstar) bir şarkı dinliyormuş havasına bürünüyor.
Farklı tarzların kademe kademe işlendiği şarkının son kısmı ise 80’lerin çocuk filmleri tadında. Şarkıyı
kelimeler ile anlatmaya çalışmanın yanında, şarkı için ufak bir şey daha
eklemek istiyorum. Bu şarkı bana kalırsa Queen’in Bohemiam Rhapsody şarkısının güzel bir benzeri.
Get Lucky (feat. Pharrell Williams): Albümün çıkış parçası olarak yayımlanan
şarkının radio edit versiyonunu dinleyip de “ben bu şarkıyı sevmedim.” diyeni ne
gördüm ne de duydum. Kendini çoktan ispatlamasına rağmen Pharrell, bu şarkı ile doruk noktasına ulaştı diye düşünüyorum.
Albüm versiyonunun, radio edit versiyonundan farkını şarkının intro kısmının
biraz daha uzun tutulurken, auto-tuned kısımlarının süresinin azaltılması
şeklinde özetleyebiliriz. Bana kalırsa bu şarkı, 2013 yaz aylarının ve 21. yüzyılın marşlarından birisi olmayı
kesinlikle hak ediyor. Nedenini tam olarak çözemesem de bu şarkı insana yaşama
sevinci ve mutluluk veriyor.
Beyond: Sanki bir filmin başlangıcıymış gibi
sesini duyuran şarkı, büyük bir orkestranın icra ettiği güçte, senfonik
melodiler ile başlayıp ilerleyen dakikalarda daha çok 70’lerin sonu 80’lerin
başını kapsayan “yacht rock”
müziğinin tınılarını fısıldıyor kulaklarımıza. Altyapı olarak Michael
MacDonald’ın Keep Forgetting
şarkısını anımsatan şarkı, sözleri ile de adeta sonsuzluğu gözlerimizin önüne
sermeyi başarıyor. Albümün genel başarısından dolayı şarkının biraz arka planda
kalacağını düşünsem de “yacht rock” sevenler için kulakları sevindirecek bir
şarkı.
Motherboard: Albümde sözü olmayan ilk şarkı olma
özelliği ile dikkat çeken şarkı, davul ve flüt melodileri ile insanı hipnoz
etme gücüne sahip. Aralıklarla
sıkıştırılmış jazz tınıları da
oldukça güzel bir etki bırakmış şarkıya. Şarkının ortalarındaki müzik değişimi
ile biraz daha karanlık bir alana ilerleyen şarkı, kendi içinde çeşitliliğini
arttırırken bana Royksopp’ın Senior
şarkısını anımsattı. Şarkının ilerleyen kısımlarında kullanılan yağmur ve orman
sesi ile farklı bir renge daha bürünen şarkı, genel olarak 70’lerin havasını
dingin bir şekilde yansıtıyor.
Fragments of Time (feat. Todd
Edwards): Albüm
genel olarak 70’ler müziğini yansıtıyorken, bu şarkıdaki 80’ler etkisi gözden
kaçacak gibi değil. Şarkıdaki Todd Edwards iş birliği sebebiyle aklımız hemen Face to Face şarkısına gitmesin çünkü
Todd Edwards genel tarzını bu şarkıya pek fazla yansıtmamış. 80’ler etkisi
altında gelişen müzik ile bağlantılı olarak funk
tınıları ile zenginleşen şarkı, vokal olarak da bekleneni verince bize şarkıyı
dinlemek ve şarkının yapım aşamasında eğlenen müzisyenlerimiz gibi eğlenmek
düşüyor.
Küçük bir not: Bu şarkıyı 30’lu yaşlardaki
insanlara ithaf ediyorum.
Doin’ It Right (feat. Panda Bear): Hemen hemen her albümde yaşadığım
sorun olan “bir şarkı hakkında ne söyleyeceğini bilememe” durumunu yaşadığım
şarkı. Emin olduğum konu, şarkıdaki vokalin mükemmel olduğu. Beni tereddüte
düşüren nokta ise şarkının müziği. Müziğinde fazla tekrar olmasından dolayı
şarkıyı biraz basite kaçılmış olarak nitelendirirken, şarkı boyunca şarkıya
eşlik etme ve evde dans pisti isteğimi durdurmadığım için ortaya kötü bir sonuç
çıkmış diyemiyorum. Muhtemelen yapılacak olan remix versiyonlar ile şarkı
kendini tam anlamıyla bulabilir.
Küçük bir not 2: Şarkıyı dinledikçe aklımdaki soru
işaretleri yok olmaya başladı. Şarkı, fazla “catchy” olmuş.
Contact: Bir astronotun uzaydaki bir cismi
anlatan konuşmasıyla başlayan şarkı, adeta albüm
böyle kapatılır diyor. Hatta sadece demek ile kalmıyor avazı çıktığı kadar
bağırıyor. Şarkıdaki konuşmada astronot kullanılmasının amacı bana kalırsa
şarkının uzaya fırlatılıyor gibi bir havada olması. 6 dakika 22 saniye boyunca
her an, her saniye daha da yükselen ve bağırıp çığırmaya başlayan müzik,
sonlara doğru kulaklığın içinden çıkıp beynime işlemiş olacak ki gözlerimi
kapatıp kendimi 6 dakika boyunca uzay boşluğunda sürükleniyormuş ve geminin yakıtının bitmesiyle yere düşüyormuşum hissi uyandırdı.
Genel olarak
albüme kısaca bakacak olursak; ilk şarkı ile müziğe tekrar merhaba diyen Daft
Punk, bizi bir konsept içine alıp, yeri gelince dans pistinde terleten yeri
gelince sakinleştirip dinlendiren şarkılar ile kendi uzayında ve geleceğinde,
bizi 74 dakika misafir edip ardından elinin tersiyle tokatlayıp uyanmamızı
sağlıyor.
Daft Punk, 7
yıldır açlık çeken dinleyicilerini ancak bu kadar güzel bir albümle, bu kadar
dolu dolu doyurabilirdi. Sindirmesi de uzun süreceğe benzeyen albüm vatana,
millete, dünyaya kısacası herkese hayırlı olsun. Bol dinlemeler.
Kaan Kızılırmak
Süper olmuş,elinize sağlık
YanıtlaSilYorumunuz için teşekkürler. :)
YanıtlaSilGüzel bir inceleme olmuş, haberdar olmak iyi oldu :)
YanıtlaSilget lucky'i ilk duyduğumdan beri daha ne kadar bir şarkıyı repeat one dinleyebilirim diyordum, halada sıkılmış değilim. Yorum harika demekki hemen hemen herkes aynı duygularla dinliyormuş RAM i. son yıllarda parasını verip aldıktan sonra son kuruşuna kadar helal ettiğim tek albüm...
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil