Sakin,
güneşli, ılık bir günün sabahında, sabah güneşinin bin bir rengine bulanmış
odasında araladı gözlerini. Büyülü uyku ormanından yavaşça çıkıp, lavanta kokan
odasında, yumuşak, pembe çiçeklerden nevresimli, üzeri pamukla doldurulmuş
yastıklarla kaplı geniş yatağında buldu kendini. Kuş tüyü yastık kullanmazdı.
Hayvan dostuydu çünkü. Ne olursa olsun, hayvanlara zarar vermek istemezdi
hiçbir zaman. O da canlıydı ve en az kendisi kadar yaşama hakkına sahipti. Yastıkların
arasında yatarken bir yandan da gözleriyle etrafı süzüp, ayağına kokan
sivrisineği seyretti. Böcekgillerin en sefil türü olarak bilinen ya da en
azından öyle görülen sivrisineği bile öldüremiyordu. Kendini onun yerine
koyuyor, kendinden binlerce kat büyük bir yaratık tarafından ezilerek
öldürülmenin vereceği acıyı hayal edip, onu öldürmekten vazgeçiyordu. Onun
yerine pencereyi açardı gitmesi için. Bu sefer de sinek çıkmaz, aksi gibi yeni
sinekler girerdi içeri. Olsundu, hiç olmazsa yalnız kalmazdı sinek, onları
öldürmek zorunda kalırsa da yalnızlık hissine kapılmadan ölürlerdi birlikte.
Sinek ayağından havalanıp, yatağının yanındaki komodinin üzerine kondu
vızıldayarak. Komodin kirli beyaz renginde, İngiliz mobilya tipinde iki
çekmeceden oluşuyordu ve yatağına göre oldukça minikti. Üzerine nevresimiyle
uyumlu eski tip, pembe bir saat, dünden kalma içinde yeşil çay poşeti ve tarçın
çubuğu olan lekeli bir çiçekli pembe bardak, yanında da dün gece saatlerce
okuduğu Buket Uzuner’in İstanbullular
adlı kitabı vardı. Kitaba bayılmıştı. Kitabın 15 farklı kişinin hayatlarını tek bir noktada birleştiren adeta “büyülü” bir havalimanında geçiyor oluşu
onu etkilemişti. Tabii havaalanı büyülü falan değildi. Büyüden kastı kaderdi
onun. Oldum olası kadere inanırdı. Rastlantı diye bir şey yoktu. Onun adı kaderdi. İyi ya da kötü, yol açtığı şey
her ne olursa olsun, kader kaderdir. Bu fikri ona aşılayan babaannesiydi, en
azından o öyle sanıyordu. Annesinin de aynı yapıda düşüncelere sahip olması,
onu bu görüşe daha da bağlıyordu. Kitap da bir nevi “kadervari” bir rastlantılar silsilesine dayanmaktaydı ve kitaptaki
iki mükemmel karakterin aşkı onu büyülemişti. Heykeltıraş Ayhan ve her genç kadının idol olarak alabileceği Belgin. Ayhan’ın
hayat hikâyesinin saflığı, onun hiçbir zaman ulaşamayacağı kadar yetenekli
oluşu, onu kıskandırmıştı. Ve geriye kalan 13 karakterin her birinin birbiriyle
olan yakın veya uzak bağlantılarını okumak, okudukça şaşırmak onu tüm gece
kitap okumaya itmişti. Ah yine şu sinek. Aptal gibi vızıldayıp başını
ağrıtıyordu. Ani bir refleksle sineği komodine yapıştıracak ölümcül darbeyi
indirdi. Çıkan tahtaya vurma sesiyle ne yaptığını anlayıp, iğrentiyle karışık
vicdan azabıyla elini ters çevirdi ve dün geceden beri karnını doyurduğu elini
kırmızıya boyamasından belli olan sineğin ölüsüyle göz göze geldi. Hışımla
kalkıp banyoya geçti ve elini antibakteriyel sabunla yıkadı. Antibakteriyel
sabunların aslında zararlı olduklarını öğrendiğinden beri annesi eve bu
sabunlardan sokmuyordu ama son kalan bir şişeyi açmak zorunda kalmışlardı. Elini
üç defa yıkayıp sinirle odasına döndü. Nedensiz sinirinin nedeni belki de Ayhan
ve Belgin’in her şeyden kolay ilerleyen aşkıydı ya da Ayhan’ın doğuştan gelen
yeteneği. Kendi yetenekleri, uğraşları Ayhan’ın büyülü ve bir alana odaklanmış
yeteneğinin yanında devede kulak değil tüy bile kalmazdı. Sinirliydi,
çünkü elindekilerle yetinmeyen bir çocuktu, elindekilerle yetinmeyen bir genç
kız olmuştu. Sinirliydi. Sadece. Sinirliydi. Nefes alış verişleri hızlanmaya
başladı. Göğsünün üzerine devasa bir ağırlık çöktü. Bu neydi şimdi. Ah doğru
ya, artık sinirlendiğinde bu aptal histerik krizlere tutuluyordu. Aşamadığı
aptal bir şey daha! Nefes alamamaya başladı, yutkunamıyordu. Sakinleşmeye
çalıştı. Bir kitap yüzünden bu kadar sinirlenmesi normal miydi yoksa sinir
hastası olma yolunda emin adımlarla ilerliyor muydu, bilmiyordu. Tek bildiği
yaşamaktan çok okumayı tercih etmek istediğiydi. Kitaplarda her şey daha sade,
daha berrak ve daha akıcıydı. Kitaplarda her şey daha “kolay”dı. Hayat zordu. Hayat herkes için olduğu kadar onun için de
zordu.
Hayat zor
olsa da siz “The Rip Tide” kafasından
çıkmayın canlar. Kitapla kalın.
Haftanın Şarkısı: Tıkla
Not1:Bu ben değilim.
Not2:Belki de benim.
Not3:Buket Uzuner’den İstanbullular’ı okuyun.
Not3:Buket Uzuner’den İstanbullular’ı okuyun.
Not4:Yorumlarınızı alayım diyeceğim ama yine kimse yorum
yazmayacak. OUF!
Not5:Sinir hastası değilim.
Not6:Upsiii, kendimi ele verdim.
Not6:Upsiii, kendimi ele verdim.
Not7:Şaka, ben değilim.
Mak.
AYHAN'I BİLMİYORUM AMA HAYAT KESİN BELGİN İÇİN DE ZORDUR.
YanıtlaSilyorum1: Kimse kim, bu anlatılan çok tatlı, naif ve çok içimizden biriymiş.
YanıtlaSilyorum2: İstanbullular'ı okumuştum. Ben de çok beğenmiş ve bir solukta bitirmiştim.
yorum3: Kadervari şeyler konusunda haklısın.
yorum4: Yazın çok güzel, akıcı ve doğal olmuş.
yorum5: Sen de çok tatlısın.